Hacı Ayşe Atasoy

Hidâyet, ilâhî takdirledir.

Rivâyet edildiğine göre, Cenâb-ı Hak, ezelde ruhları yarattığı zaman meşhur:

“-Elestü bi Rabbikum” yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” suâlini tevcih edip onlardan:

“-Belâ” (Evet, sen bizim Rabbimizsin!..) sûretinde bir tasdik aldıktan sonra, kendilerine iki secde emretmiştir. Ruhlardan bazıları bu iki secdeyi de büyük bir aşk ve şevkle îfâ etmişlerdir. Böyleleri, dünya hayatına müslüman bir ana-babanın çocuğu olarak başlar ve hayatlarını müslüman olarak sona erdirirler.

Bazı ruhlar ise, iki secdeyi de yapmamışlardır. Böyleleri ise, dünya hayatına gözlerini gayr-i müslim olarak açar ve ömürlerini o sûretle bitirirler.

Lâkin bazı ruhlar ilk secdeyi yapmayarak sadece ikinci secdeyi yapmış, diğer bazıları da birincisini yaparak ikinciyi yapmamışlardır. İlk secdeyi yapmamış olanlar, hayata gayr-i müslim olarak başlar, lâkin belli bir yaşta, bir sebep zuhûru ile hidâyete erer ve ömürlerini o sûretle tamamlarlar. Bunun aksine, birinci secdeyi yapıp da ikinci secdeyi yapmamış olanlar da, neûzu billâh (Allah’a sığınırız), hayata müslüman olarak başlar ve onu gayr-i müslim olarak tamamlarlar. Bu sebeple insanlık, ezeldeki bu oluşun tecellisiyle dört kategoridir.

Lâkin bazı insanlar, ilâhî takdir icabı olarak hidâyete nâil bir sûrette hayata başlamış olsalar da, bu hayatları, iman şuuru îtibariyle iki safha arz eder. Yani böyleleri de iki kategoridir. Bazıları, içinde yetiştikleri çevreye tâbî olarak başlangıçta iman şuuruna sahip olduğu hâlde, bilâhare çeşitli zaaflara sürüklenirler. Gitgide günah bataklığına saplanırlar. Diğer bazıları ise, önce “nüfus kağıdı müslümanı” dediğimiz tarzda şuursuz bir hayat sürerken bilâhare şuurlanır ve imânda kemâle ererler. Muhtemelen böyleleri de, ruhlar âlemindeyken birinci veya ikinci secdeyi gecikerek yapmışlardı.

* * *

Osmanlı Devleti’nin son zamanlarından başlayıp günümüze kadar sürüp gelen inkâr ve isyan furyası, pek çok insanımızı heder etmiştir. Böyle menfî bir furyanın anaforundan kendilerini kurtararak İslâm’ın öz hakikatine vâkıf olabilenler ve bu sûretle takvâ ölçülerinde bir hayata kavuşabilenler, zamanımızdan geriye gittikçe sayıları azalan müstesnâ insanlardır.

Ben, onlardan biri olan Hacı Ayşe Atasoy Hanımefendi’yi tanımak bahtiyarlığına ermiş bir kimseyim. O, sayısız talebe yetiştirmiş bir öğretmendi. Dînî hayat itibariyle çok şuurlu olmasa da, din aleyhtarlığı propagandasına da iltifat etmemişti.

Sonra ne olmuşsa olmuş ve bu mübârek kadın, yüce İslâm dinini, hem mükemmel bir sûrette anlamak ve hem de takva ölçüleriyle yaşamak bahtiyarlığına nâil olmuştu. Bunun nasıl olduğunu anlatmazdı. Zira, O, hayatının belli bir kısmına ait vak’aları âdeta hâfızasından silip atmıştı. Bununla beraber “nüfus kağıdı müslümanı” olarak yaşadığı belli senelerini bir kayıp olarak telakkî eder ve onu -adeta- telâfî etmek istercesine gayretinin son noktasına kadar, nâil olduğu hakîkatleri duyurmak gayreti peşinde koşardı. Bunun için hiçbir fırsatı kaçırmaz, herhangi bir vesîle ile karşı karşıya geldiği herkese bir vesîle ihdas ederek İslâm’ı anlatmaya çalışırdı. Eski bir talebesi, komşusu, ilaç alırken muhatap olduğu eczâcı ilh. her kim olursa olsun, karşı karşıya geldiği herkesi, elindeki mücevher kıymetinde olan hakikatleri arz etmek için âdeta hâhişkâr (istekli) bir müşteri telakkî ederdi. Eski hayatında kendisine hâkim olan nizam, intizam, güzel giyinme ve müessir konuşma gibi hususiyetleri; aynen muhafaza ederek bunların her birini, tebliğine kendisini memur bildiği hakikatleri ifade için âdeta bir câzibe vasıtası olarak kullanırdı.

Biz, kendisini şuurlandıktan sonra tanıdık. Ve ondaki şefkat dolu alâkaya hayran kaldık. İstanbul’un kibar bir semti olan Moda’da otururdu. Bu muhit İslâm’a oldukça uzak bulunduğundan orayı terk ederek daha dindar bir muhitte yaşamayı düşünmemiş, aksine ölünceye kadar muhitinde oturmaya devam etmiştir. Çünkü oradaki insanların hak ve hakîkate çok daha fazla ihtiyaçları olduğunu görüyordu. Bu sebeple hizmet için hakîkatten mahrum olan insanların içinde bulunmayı, âdeta bir tâlih sayıyordu. Çünkü sevaba ve İslâm’ı tebliğe istekli ve bu hususta çok gayretli idi. Bu yüzden İslâm’dan uzak o muhitleri kendisi için bir ganîmet telâkkî ediyordu.

Belki mesleğinin icabı olarak güzel ve müessir konuşan Ayşe Öğretmen, sadece komşularına, alışveriş yaptığı insanlara, herhangi bir münâsebetle karşı karşıya geldiği kimselere şifâhen hakikati tebliğ etmekle iktifâ etmez; her karşısına çıkan kimseye onun fikrî seviye ve fiilî temayüllerine göre, bir kitap veya bir dergi hediye ederdi. Belki de emekli maaşının büyük bir kısmını her ay bu maksatla dînî kitap ve dergilere sarf ederdi.

Hayatının ilk devresinde her yaz bir yere giderek tatil yaparken, şuurlandıktan sonra tatil imkânlarını hac ve umreye sarf eder veyahut ihtiyaç sahiplerine infak ederdi. Muhtaç talebeleri arar bulur, kimsesiz hastaları araştırır, onlara sadece fikren yardımda bulunmakla yetinmeyerek imkânları nisbetinde dertlerine devâ olmaya çalışırdı.

Son zamanlarda kanser illetine yakalanmıştı. Ölümünün muhakkak olduğunu bildiği hâlde gayretinden hiçbir şey eksiltmeksizin, Hakk’a yürüdüğü son güne kadar İslâm için didinmekten geri kalmadığına, benimle birlikte kendisini tanıyan herkes şâhittir. Önce Londra’da bir ameliyat geçirmiş, bu ameliyatın akabinde de kalp hastası olmuştu. Tekleyen kalbine rağmen, yüzü daima güler ve İslâmî gayretinden hiçbir şey eksilmeksizin Allah yolunda yapabileceğinin âzamîsi için koşuşturup dururdu.

Âyet-i kerîmede beyân buyrulduğu gibi O, “Allah’ın kuluna kâfî geldiği” (ez-Zümer, 36) hükmü ile itminana ermiş bir kalbe sahipti.

Bir yaz günü, yapayalnız yaşarken melekler ona mülâkî oldu. Temiz ruhu, Rabbin “İrcıî” emrine ittibâ etti. Ölümü, hayatındaki gibi âlâyişsiz bir sûrette vâkî oldu. Pek çok dostu, O’nun vefâtını öğrenmekte geç kalmıştı. Büyük mutasavvıf Yûnus Emre’nin:

Bir garip ölmüş diyeler

 Üç günden sonra duyalar

Soğuk su ile yuyalar,

Şöyle garip bencileyin

Mısralarında olduğu gibi iddiâsız, mütevâzi ve yalnız yaşadı; öylece de Rabbine rücû etti. Ne zaman Karacaahmet Mezarlığı’ndan geçsem, bir nûr şûlesi misâli Ayşe Öğretmeni görür gibi olurum. Âdetâ ihtişamlı ve yalnız bir manolya ağacı gibi… Asâlet ve güzellik timsâli olarak…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle