Gönül İkliminden İnciler

Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimiz’i, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak armağan etmiştir. Bu örnekliğin en mühim tezâhürlerinden biri de, toplumun çekirdeğini oluşturan âile hayatı hususunda Efendimiz’in sergilediği yüksek fazîletlerdir. Nitekim Efendimiz’in âile hayatı, her bakımdan en ideal ve en güzel bir örnektir.

Meselâ o hânedeki gönüllerin birbirlerine olan muhabbeti eşsizdir. Öyle ki, hiçbir kadın, efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü’ne olan sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir koca da hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez.

Yine hiçbir evlât, babasını; Hazret-i Fâtıma’nın, babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını, Allah Rasûlü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.

O mukaddes yuvada, âile hayatının mahremiyetine de çok dikkat edilirdi. Nakledildiğine göre bir adam, Rasûlullah r’in kapısındaki bir delikten merakla evin içerisine bakmış. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in elinde bu esnâda başını taradığı demir bir tarak varmış. Adamın bu davranışını öğrenen Efendimiz, yapılan bu cürmün ağırlığını ifâde sadedinde:

“–Senin beni gözetlediğini bilmiş olsaydım, sana ağır bir cezâ verirdim. İzin istemek, evin içerisi görülmesin diye emredilmiştir.” buyurmuştur. (Bkz. Buhârî, İsti’zân, 11; Müslim, Edeb, 41)

Bütün insanlığa her iki dünyada da gerçek huzurun reçetesi olan o müstesnâ yuva, dünyanın öyle güzellik dolu yuvasıydı ki, orada günlerce sıcak bir yemek pişmediği hâlde, burcu burcu saâdet kokardı. İlâhî bir taksîm olarak ganimetlerin beşte biri o hâneye geliyor olmasına rağmen, orada dâimâ engin bir cömertlik ve sonsuz bir infak seferberliği yaşanırdı. Nitekim mü’min gönüllerin huzura kavuşmasının, o hâne halkının en büyük huzuru olduğunu Âişe Vâlidemiz şöyle naklediyor:

“Rasûlullah rʼin âile efrâdı; Medîneʼye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Diğer bir rivâyette de şöyle buyurmuştur:

“Dilesek doyabilirdik. Fakat Hazret-i Muhammed r kendinden ferâgat ederek, yani mü’min kardeşini kendine tercih ederek îsâr ederdi.” (Beyhakî, Şuabü’l-îmân, III/62 [1396])

Yani Efendimiz’in hâne-i saâdetlerindeki açlık, yokluktan değildi. Gelen ganîmetler, hediyeler ve benzeri imkânlar vardı. Fakat bütün bunlar, hemen ümmet-i Muhammed’in muhtaçlarına infâk edilirdi.

Şimdi bir düşünelim; o hânedeki huzur ve saâdetin sebebi, bir dünya metâı mıydı?

O hânede, ten plânında rahat bir hayat mı yaşanıyordu?

Her gün çeşit çeşit yemekler mi pişiriliyordu o evde?

Hiçbiri yoktu... Lâkin kalpler rızâ, sabır ve teslîmiyet içerisinde Hakk’a râm olmuştu. Allah ve Rasûlü’ne olan muhabbet, gönüllerdeki bütün dünyevî arzuları bertaraf ediyor, bütün fânî muhabbetleri sıfırlıyordu.

Velhâsıl huzûru bahşedecek olan, Cenâb-ı Hak’tır. Kula düşen, her zaman Rabbinin emir ve nehiyleri istikâmetinde bir hayat yaşamasıdır.

t Âile büyükleriyle aynı evde kalan kimselerin, onların bulunduğu odaya geçerken nasıl hareket etmeleri gerektiği hususunda Atâ bin Yesâr şu hâdiseyi nakleder:

Rasûlullâh r’e bir zât gelerek sordu:

“–Yâ Rasûlâllah, annemin yanına girerken izin isteyeyim mi?”

Efendimiz;

“–Evet.” cevabını verince, o zât tekrar;

“–Ama ben onunla beraber aynı evde oturuyorum.” dedi.

Rasûlullah Efendimiz ise;

“–Ondan izin iste.” buyurdu.

O zat sözlerine devamla:

“–Ben onun hizmetini görüyorum.” deyince, Rasûlullah r:

“–Annenden izin iste, onu çıplak olarak görmek hoşuna gider mi?” diye sordu.

O zât; “Hayır!” deyince Rasûlullah r Efendimiz;

“–Öyleyse her seferinde yanına girerken annenden izin iste!” buyurdu. (Muvatta, İsti’zan, 1)

t Cenâb-ı Hak, birbirine yabancı iki insanın evlenmek sûretiyle aralarında meydana gelen yakınlığı “birbirinin mahremiyetine girmek” ifâdesiyle tarif etmektedir. (Bkz. en-Nisâ, 21)

İlâhî kaderin birbirine bağladığı kimselerin bu yakınlığa her zaman saygı göstermesi ve birbirlerine en samimî duygularla bağlanması gerekir. Bunun tabiî neticesi olarak da aralarındaki mahremiyeti hem başkalarına göstermemeleri, hem de bütün gösterişlerden uzak bu yakınlığı başkalarına ifşâ etmemeleri îcâb eder.

Peygamber Efendimiz r bu muâşeret âdâbına uymayanların kıyamet günündeki perişan durumlarına temasla, Allah Teâlâ’nın onları kötü kişilerle bir tutacağını şöyle ifâde buyurmaktadır:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ’ya göre en fena insan, hanımıyla mahremiyetini paylaştıktan sonra onun sırrını ifşâ eden kimsedir.” (Müslim, Nikâh 123, 124)

t Vaktiyle sâlih bir zât, hanımını boşayacağını söylediğinde, ona bunun sebebini sordular. İslâmî edebe sahip bu kimse hayret içinde:

“–Hanımımın kusurlarını nasıl söyleyebilirim?” diye cevap verdi.

Bu meraklı adamlar, o zât hanımını boşadıktan sonra tekrar ziyaretine gelerek:

“–Herhalde şimdi söyleyebilirsin, o hanımı niçin boşamıştın?” dediler.

Peygamber ahlâkını iyice benimsemiş olan o güzel insan, bu defa da onlara şöyle cevap verdi:

“–Âilem benim nikâhım altında iken, ben onun mahrem sırlarını söylemekten hicâb ediyordum. Şimdi ise o, nikâhımdan düştüğü için bana tamamen yabancı bir kimse olmuştur. Ben yabancı bir kadının kusurlarını söylemekten daha çok hayâ ederim!”

Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Ey îman edenler!.. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi gıybet etmesin! Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (el-Hucurât, 12)

t Ev, sadece barınmaya mahsus dört duvardan ibaret bir yer değildir. Orada yaşanan hâllerin mahremiyetine dikkat etmek ve âilevî meseleleri umûma ifşâ etmemek, saâdet ve huzurun devamının temel şartlarından biridir.

Nitekim hadîs-i şerîfte İbrahim u’ın, oğlu İsmail u’ı ziyareti şöyle anlatılır:

İsmail u evlendikten sonra İbrahim u, oğlunu gör­meye gelmişti. Fakat İsmail u evde yoktu. Hanımına sordu, o da:

“–Rızkımızı tedârik etmek üzere çıktı, gitti.” diye cevap verdi.

Sonra İbrahim u:

“–Maîşetiniz, hâliniz nasıldır?” diye sordu. Hazret-i İsmail’in haremi:

“–Şiddetli darlık içindeyiz; çok fenâ bir hâldeyiz!” diye cevap verdi.

İbrahim u:

“–Efendin eve geldiğinde benden selâm söyle; kapısının eşiğini değiştirsin!” dedi.

İsmail u geldiğinde babasının gelip gittiğini, evin içinde hissettiği güzel kokudan anladı:

“–Evimize bir gelen oldu mu?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet, şu şu vasıflarda yaşlı bir zât geldi. Bana seni sordu; cevap ver­dim. Maîşetimizi sordu; ben de şiddetli darlık içinde olduğumuzu söyledim.” dedi.

Bunun üzerine İsmail u:

“–Bir şey vasiyet edip bir söz tevdî etmedi mi?” diye sordu.

O da:

“–Sana selâm söylememi ve «kapısının eşiğini değiştirsin!» dememi tembih etti.” dedi.

Bu sözlerdeki nükteyi kavrayan İsmail u haremine:

“–O gelen ihtiyar, babamdır. Bana senden ayrılmamı emretmiş. Artık sen âilenin evine dönebilirsin!” dedi ve evden ayrıldı. Cürhümîler’den başka bir kadın ile evlendi.

İbrahim u, Cenâb-ı Hakk’ın dilediği bir müddet sonra gelip yine evde İsmail u’ı bulamadı. İsmail u’ın yeni evlendiği hanımının yanına vardı, İsmail’i sordu. O da:

“–Maîşetimizi tedârik etmeye gitti.” dedi.

İbrahim u:

“–Nasılsınız, maîşetiniz, hâl ü şânınız iyi midir?” diye sordu.

Kadın:

“–Elhamdülillâh, biz, hayır, saâdet ve bolluk içindeyiz.” diye Allâh’a hamd ü senâ eyledi.

İbrahim u:

“–Ne yiyip ne içersiniz?” diye sordu.

Kadın da:

“–Et yiyoruz, su içiyoruz.” dedi.

İbrahim u:

“–Yâ Rabbi! Bunların etlerini ve sularını mübârek kıl! Bol nîmet ve bereket ihsân eyle!” diye duâ etti.

Ardından İsmail u’ın haremine:

“–Efendin geldiğinde selâm söyle; «kapısının eşiğini güzel tutsun!»” dedi.

İsmail u eve geldiğinde, yine içeride hissettiği güzel kokudan, ba­basının teşrîf ettiğini anladı ve hanımına:

“–Evimize gelen oldu mu?” diye sordu. Âilesi:

“–Evet, nur yüzlü bir ihtiyar geldi.” diye İbrahim u’ı medh ü senâ etti. Sonra şöyle devam etti:

“–Seni sordu. Ben de «Rızkımızı tedârik etmeye gitti.» dedim. «Geçiminiz nasıldır?» dedi. Ben de «Hayır ve saâdet içindeyiz.» dedim.”

İsmail u:

“–Sana bir şey vasiyet etti mi?” diye sordu. Hanımı da:

“–Evet, o muhterem ihtiyar, sana selâm söyledi. «Kapısının eşiğini iyi tut­sun!» diye emreyledi.” dedi.

Bunun üzerine İsmail u:

“–İşte O, babamdır. Sen de evimizin şerefli eşiğisin. Babam seni hoş tutmamı ve iyi geçinmemi emreylemiş.” dedi. (Buhârî, Enbiyâ, 9)

Rabbimiz, İslâm’ı gerçek mânâda yaşayarak hânelerimizin birer Cennet yuvası olmasını lûtf u keremiyle ihsan buyursun.

Âmîn!..

 

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle