Gönül İkliminden İnciler

KALBİ OLGUNLAŞTIRAN ÇİLELER

 

Hayat, imtihan sırrına binâen, dâimâ düz bir çizgi üzerinde devam etmez. Bazen inişleri, bazen de çıkışları olur. Lâkin insanın îman bakımından hangi seviyede olduğunu gösteren ve gönül dünyasını aslî sûrette ortaya koyan, bu iniş-çıkışlarda sergilediği hâl ve tavırlardır. Yani bir mü’min, kavuştuğu bir imkân, nâil olduğu maddî bir servet veya kazandığı bir zafer dolayısıyla aslâ şımarmayacak, taşmayacak. Karşılaştığı bir imtihan veya düştüğü bir çile dolayısıyla da sabrederek ecrini Cenâb-ı Hak’tan bekleyecek.

Unutulmamalıdır ki insanı olgunlaştıran, çilelerdir. Meselâ sâhillerdeki taşlara dikkat ettiğimiz zaman görürüz ki, üzerlerinde hiçbir pürüz kalmamıştır. Asırlarca dalgalar tarafından dövüle dövüle pürüzlerinden arınmış, cilâlanmış, pırıl pırıl olmuş, ayrıca granit gibi de sağlamlaşmıştır. Bu sebeple en büyük çileler, başta Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberlerin, daha sonra da peygamber vârisi Hak dostlarının ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir.

Mevlâmız da Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlasını teşkil eden kıssalar vesîlesiyle, bizlere peygamberlerin başından geçen meşakkatli ve çileli hâlleri bildirmiştir. Tâ ki, onların çilelerle dolu ebediyet yolculuklarında gönül huzurlarını nasıl dâimâ koruduklarını, hangi ahvalde olursa olsun, nasıl dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edip sığındıklarını ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmediklerini tefekkür edip, kendimiz için gerekli dersleri çıkarabilelim.

Meselâ İbrahim u Cenâb-ı Hak ile dostluk yolunda ne büyük çileler çekti. Gönül meyvesi olan evlâdıyla imtihan olundu. Malıyla imtihan olundu. Ateşe atılmak sûretiyle canıyla imtihan olundu. Lâkin Allâh’a olan engin tevekkül ve teslîmiyeti sebebiyle hepsinden de muvaffakıyetle geçti. Neticede Halîlullah oldu, Allâh’a dost oldu.

Eyyûb u bütün musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hâlinden şikâyetçi duruma düşmemek ve takdîre rızâda kusur göstermemek için, hastalığını Cenâb-ı Hakk’a arz etmekten, kendisi için sıhhat ve âfiyet dilemekten bile çekindi. Nihâyet zevcesinin ısrarları karşısında sadece:

“…(Rabbim!) Başıma bu iptilâ geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-Enbiyâ, 83) diye niyazda bulundu.

Bu duâ üzerine Cenâb-ı Hak, kullukta dâim olanlara bir rahmet hâtırası olmak üzere onun derdini giderdi, hastalığına şifâ verdi ve kendisine yeniden mal ve evlâtlar lûtfetti. Cenâb-ı Hak sabır, şükür ve hâle rızâ makâmında zirveleşen Eyyûb u için:

“…O ne güzel kuldu!..” (Sâd, 44) iltifatında bulundu.

Yusuf u kardeşleri tarafından kuyuya atıldı, çok sevdiği babasına uzun bir müddet hasret yaşadı, iftiraya uğradı ve neticesinde senelerce zindanda kaldı. Fakat bir an dahî düştüğü bu mihnet ve sıkıntıdan dolayı Cenâb-ı Hakk’a karşı isyâna sürüklenmedi. Kulluk şuur ve idrâkiyle sabretti. Cenâb-ı Hak da en sonunda onu Mısır’a sultan yaptı ve bütün sevdiklerine kavuşturdu.

Mûsâ u inatçı ve nankör bir kavimle binbir türlü sıkıntı yaşadı. Onların îmâna gelmesi için çok gayret gösterdi. Lâkin onlar en ufak bir boşlukta dâimâ isyan ettiler. Cenâb-ı Hakk’ın onlara olan büyük ihsanlarını gördükleri hâlde; “…Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz burada oturacağız!” (el-Mâide, 24) diyecek kadar küstahlaştılar.

Sâlih, Hûd ve Şuayb u; îmâna davet için hak ve hakîkati anlatmak istediklerinde devamlı kavimlerinin taşkınlıklarıyla karşılaştılar. Hattâ kavimleri tarafından;

“–Eğer tevhîdi tebliğden vazgeçmezsen seni öldürürüz!” tehditlerine muhatap oldular.

Lût u ahlâksızlıkta hayvanlardan daha öteye geçmiş bir kavimle ne büyük bir çileye muhatap oldu! Kendi hanımı bile fâsıkların tarafında yer aldı.

Nûh u dokuz yüz elli sene kavmini hidâyete dâvet etti. Oğluyla imtihan edildi.

Yine bu kıssalar içerisinde Ashâb-ı Uhdûd’un ateş dolu hendeklerin içine atıldığı, ilk Îsevîlerin Roma sirklerinde aslanların dişleri arasında can verdiği, Habîb-i Neccar’ın zâlim bir kavim tarafından taşlanarak şehid edildiği, Firavun’un sihirbazlarının ise Mûsâ u’a îman etmeleri sebebiyle kolları ve bacaklarının kesilip hurma dallarına asıldığı nakledilmektedir. Lâkin onlar bir an dahî îman zaafiyetine uğramadılar. Devamlı:

“…Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslümanlar olarak al!” (el-A‘râf, 126) diyerek son nefeslerinde îman mücâdelesi verdiler ve şehîden Rab’lerine kavuştular.

Kur’ân-ı Kerîm’de bahsedilen Ashâb-ı Kehf de, zâlim Dakyanus’un zulmünden kurtulmak ve tevhîdi yaşamak için bir mağaraya sığındılar. Cenâb-ı Hak da onları üç yüz dokuz sene o mağarada muhâfaza eyledi.

Mükemmel bir örnek şahsiyet olarak insanlığa armağan edilen Rasûlullah r Efendimiz’in hayatı ise, çileler ve ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim kendisi bu hâlini; “...Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım...” buyurarak ifâde etmişlerdir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Ancak çektiği çilelerin hiçbiri, Allah Rasûlü’nün metânetini ve muvâzenesini bozamamıştır. O, bütün bunları büyük bir olgunluk ve rızâ hâliyle karşılamıştır. Gönlü nice acılarla dağlanmasına rağmen, gül yüzünden tebessüm hiç eksik olmamıştır. O’nu hiç kimse, hiçbir zaman asık bir yüzle, çatık kaşla ve abus bir çehre ile görmemiştir. Zira O, Hak Teâlâ ile beraberliğin neşe ve huzûru içinde dâimâ tebessüm hâlinde bulunmuş, her hâlükârda İslâm’ın güler yüzünü aksettirmiştir.

Peygamber Efendimiz’in zamana yayılmış temsilcileri olan Hak dostları da, başlarına gelen çileleri; hiçlik, acziyet ve kulluk hislerini inkişâf ettiren, kalbin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasını temin eden bir nîmet bilmişlerdir. Zira Hakk’a yakınlığın lezzeti karşısında dünyadaki bütün çile ve ıztıraplar, onların gözünde ve gönlünde ehemmiyetini kaybetmiştir.

Meselâ Hüdâyî Hazretleri, bütün varını yoğunu infâk edip sırmalı kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmamış olsaydı, bugün ismi gönüllerde yer edebilir miydi? Zira bugüne kadar Bursa’dan kaç kadı gelip geçmiştir. Bizler hangisinin ismini biliyoruz?

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, ilimde yüksek bir seviyedeyken, üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin bir emriyle helâ temizliğine devam etmeseydi, insanların irşâdı vazifesine lâyık görülür müydü? Belki de bugün “Şemsü’ş-Şümûs”, yani “Güneşler Güneşi” diye zikredilmez, ismi bile hatırlanmazdı.

Yine Yûnus Emre Hazretleri; dergâhın eşiğine başını koyarak iç dünyasındaki ihtilâçları bertaraf etmeseydi, aşk çağlayanı bir gönle sahip olabilir miydi?

Allâh’ın sevgili kullarının, her ne kadar ömürleri çile ve ıztıraplar içinde geçse de gönülleri bir an bile Hak’tan uzak kalmamıştır. Şu fânî dünyadaki imtihanları, dâimâ Hakk’a yakınlığın mîyârı olarak görmüşler, hiçbir zaman vesveseye düşmemişlerdir. Gönüllerindeki huzuru kaybetmemiş, Hakk’a isyâna sürüklenmemişlerdir.

Lâkin günümüzde, insanların karşılaştıkları zorluklar ve çileler dolayısıyla çok çabuk hayata küstüklerine ve gönül huzurlarının kaybolduğuna şahit oluyoruz. Hattâ -Allah muhâfaza buyursun- zaman zaman intihara teşebbüs edenlerin haberlerini okuyoruz.

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“İnsanın hoşuna gitmeyen, insana acı gelen ilâhî emir olmasaydı, güzel, çirkin, değersiz taş, kıymetli inci bulunmasaydı, nefs, şeytan, hevâ ve heves, zahmet ve meşakkat, didinmek, uğraşmak ve kavga olmasaydı, Sultan kullarını ne adla, ne lakapla çağıracaktı?

Nasıl; «Ey sabırlı, ey hilim sahibi!» diyecekti? Nasıl; “Ey yiğit kişi, ey hakîm!» diyecekti?

Sabırlılar, doğrular, sâdıklar, fakirleri doyuranlar; şayet yol kesenler, ahlâksızlar olmasaydı, lânetlenmiş şeytan bulunmasaydı, nasıl anlaşılır, nasıl belli olurdu?”

Allah Teâlâ muhâfaza etmedikten sonra hiçbir kalp, beşeriyet îcâbı, dünyanın tuzaklarından, birtakım arzulara meyletmekten, nefsin fısıltılarından ve şeytanın vesveselerinden emîn olamaz, kendi kendini koruyamaz. Nitekim Yahya bin Muâz g, şeytanın insanı kandırmak için ne kadar çok imkâna sahip olduğunu şöyle anlatmaktadır:

“Şeytan boş, biz ise meşgulüz; işimiz gücümüz var. O bizi görüyor, biz ise onu göremiyoruz. Biz unutuyoruz, o ise vazifesini hiç unutmuyor. Ayrıca büyük düşmanımız olan nefs de şeytanın lehine çalışmaktadır.”

Dolayısıyla bir kul olarak bizlere düşen; nefsimizin hilesinden hiçbir zaman emîn olmayıp dâimâ teyakkuz hâlinde bulunmak ve bu husustaki acziyetimizi müdrik bir şekilde Allâh’a sığınmaktır. Cenâb-ı Hak, kuluna kâfîdir. Nitekim Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

“Şeytandan gelen bir vesvese seni tahrik ederse hemen Allâh’a sığın! Çünkü O her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-A‘râf, 200)

Velhâsıl bütün fânî endişeler ve vesveseler, ancak Allah ile kalbî beraberlik sayesinde tesirini kaybeder. Ancak bu şekilde gönül ikliminde sarsılmaz bir huzur, sükûn, metânet ve istikâmet hâli meydana gelir.

Cenâb-ı Hak, kalplerimizi her türlü şeytânî ve nefsânî vesveseden muhâfaza buyursun. Kalplerimizi zikrullah, muhabbetullah ve mârifetullah gülşeni eylesin.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle