Dâvâmız, Kendi̇ne Gelmek Dâvâsıdır

 

 

Civarımızda bulunan bir üniversitenin bir grup öğrencisi ile onları tanımak ve dertlerini dinlemek için bir istişâre toplantısı yaptık. Gayemiz, bizden istek ve temennîleri nelerdir, onu öğrenip onlara mânevî destek verebilmekti. Avrupa’da yaşayıp bu üniversitede mimarlık eğitimi alan bir kızımız şunları söyledi:

“-Buraya okumak için gelmeden önce hayalimde çok farklı bir Türkiye vardı. Dindar, dînî emirler hususunda hassas, kibar, insanî özellikleri güzel bir toplum ile karşılaşacağımı umuyordum. Avrupa hayranı, bir yolunu bulup da Avrupa’ya gitmek isteyen, giyim-kuşamı, hâl-hareketleri ile Avrupa özentisi çok olan, Avrupa’yı medeniyet ile eş değerde gören, gece dışarı çıkmayanı, erkek arkadaşı olmayanı kınayan, ne yazık ki pek de azımsanamayacak sayıda öğrenci ile karşılaştım. Biz Avrupa’da ezan sesine hasretken, bunların ezanı bile işitmediklerini, ezanı dinlemek şöyle dursun, yüksek sesle onu bastırmaya çalıştıklarına şahit oldum. Nasıl bir memlekette olduğunun farkında olmayıp; hiç de medenî olmayan bu ülkelere hayran olmaları çok zoruma gitti. Meselâ sadece bu yıl 91 camimiz kundaklandığı hâlde, ne hikmetse tek bir suçlusunun dahî bulunamadığı(!), İslâm düşmanı bu ülkelere bakıp imrenmek, çok zavallıca… Bizi nasıl ikinci sınıf vatandaş olarak gördüklerini, Müslümanlara ve İslâm’a hiç değer vermediklerini çok yakînen bildiğim, pek çok kez bizzat şahidi olduğum ve bana göre iki yüzlü bir canavar olan bu ülkelere benzemeyi meziyet zannetmelerine de çok şaşırdım. Hele de şu son bir yıl içinde dindar Türklere nasıl düşman olduklarını, bıraksak bizi bir kaşık suda boğacaklarını bile bile… Nankör olmak ne kadar kötü… Bu hâl beni korkuttu da… Nankörlük ve özenti hayırlı bir sonuç getirmez çünkü…

Özendikleri Batı’da olup bunlarda olmayan bir şey var ki; özendikleri Avrupa’da zengin-fakir farkı pek yapılmaz. Siz, kimseyi, kıyafetlerinden zengin ya da fakir diye ayıramazsınız. Zenginlik, ortak insanî bir değer değildir, orada... Burada kendilerini ayrıcalıklı ve zengin zanneden bazı öğrencilerin, burslu gelenlere hakaret ettiğini, onların bulundukları ortama girmediklerini, girdilerse de; “Buranın havası basitleşti!” diye çıktıklarını da gördüm. Bir keresinde kafeden çıkan marka kıyafeti olmayan bir erkek öğrencinin arkasından «Fakir!» diye bağıran bir kız öğrenciye şâhit olunca, okulu bırakmaya karar verdim. Âilem vazgeçirdi. Bunlar Avrupa’ya özeniyorlarsa, orada arkadaşlar birbirine böyle davranmıyorlar. Orada abartılı makyaj, abartılı kıyafetlerle üniversiteye gelinmez. Herkes sıradandır, burada sanki defileye geliyoruz. Ben buradaki problemli insanların ilâcının «kendini bilmek» değil, ilk önce «kendine gelmek» olduğunu düşünüyorum. Kendinde olmayan, kendisini nasıl bilecek?!”

Son iki yüz yıldır, artık geçmiş örf ve âdetlerimize dâir hâfızamız zayıflamış, yapılan Avrupa taklitçiliği, bünyemize zarar vermiş, Batı’nın değerlerinin hepsine evet derken, İslâmî olan her şeyi “çağdışı” îlân eden, maalesef azımsanmayacak bir zümre oluşmuştur.

* * *

Bir programda vaaz etmem için davet edildiğim camiye girince, “ev ayakkabılarını” ayağına geçirip taburelerde oturarak sohbet dinleyecek olan, mescide gelip de kilisede gibi davranan bir grup hanım, mânâ âlemimi alt üst etmişti. Ayakkabılar ayaktan çıkıp taburelerden inip ayaklarını uzatarak olsun oturmadıkça sohbete başlayamamıştım.

Kur’ân okumak için gittiğimiz evin hanımının girişte:

“-Ayakkabılarınızı çıkartmayın, galoş giyin. Biz ayakkabı ile dolaşıyoruz.” demesi üzerine, Avrupaîliği bir tarafa bıraktım, necâseti evin içine sokmanın nasıl bir aymazlık olduğunu da anlayamadım.

Mekke’de Mescid-i Haram’a yakın vitrinleri, Avrupa moda markalarının açık saçık kıyafetleri ile süslü kadın giyim mağazalarından, “Ucuzmuş!” diyerek kızına, -sözüm ona- kına kıyafeti alarak Türkiye’ye dönen hacılar bile gördüm. Yabancı parfümlerini ucuzmuş diye bavuluna dolduranları da… Suudî Arabistan’da o mağazaların ne işi var? O da apayrı bir dert…

Mezuniyet törenleri, otellerde yapılan kutlamalar, aslına rahmet okutur. Sevgililer Günü’nü îcat eden Avrupa’da, acaba bizde satıldığı kadar tek taş pırlanta satılıyor mudur? Adamlar “bir çiçekle işi bitirirken” bizde pahalı restoranlarda rezervasyonlar çoktan kapanmıştır. Yılbaşını Uludağ’da, Kıbrıs ve Antalya otellerinde geçiren, evlerini çam ağaçları ile süsleyen, çocuklarına Noel Baba kıyafetli göstericilerle doğum günü kutlamaları tertip eden, gece kulüplerini kapatıp doğum günü partisi kutlayan geçler de azımsanacak gibi değil…

“Huzur içinde yatsın!” diyerek, sözüm ona, câmi cemaatinin kıldığı cenaze namazını seyretmek üzere câmide başlayan cenaze merasimine siyah merasim elbiseleri ile duruma göre değerlendirmek üzere, boyunlarına taktıkları dantel şallar ve siyah gözlük ile kombinini tamamlayan hanımların anneleri, cenaze evine nasıl giderdi hep merak ettim.

2010’larda cadılar bayramını kutlayan site sakinleri tek tüktü; şimdi çoğaldılar. Sevdiler bu işi… Amerikan merkezli bir hayat yaşıyor gibiyiz; düğün sonrası after partiler, doğmayan çocuğa don biçen baby shower’lar, gelinlerle ilgili bir durum olsa gerek “bridal shower”lar… Sokakta top oynamayıp, bilgisayarda smack down oynayan çocuklar… Kimse çocuğunu vaftiz etmiyor belki, ama shower’ını yapıyor.

Bunun sebebi, dünyanın kocaman bir köy olması mı? İnsanların birbirlerine tesir etmesi, değişimin değişmez kural olması mı bütün yaşadıklarımızın kaynağı? Öyle ise neden bizim İslâmî kültürümüze dair olan âdetlerin, tarzların hiçbirisi küresel piyasada yer bulamadı? Ya da şöyle mi; popüler olan, zengin olan, üstün olan taklit edilir. O zaman bir şeyin üstün ya da popüler olduğunu kim belirliyor? Neden İslâmî tarz değil de, Batı’nın tarzı popüler?

Yahudî ve hristiyan milletlere benzemeye çalışmakla, onlara ait giyim-kuşam ve hayat tarzının alınması ile onlara ait duygu ve inançların da transferi yapılır. Her kıyafetin, her eşyanın modacısı tarafından belirlenmiş hisleri, rûhu da satın alınmış olunur. Öylesine bir seçim değildir, birilerine benzemek... İçteki gizli duyguların, şuuraltının dışa aksetmesidir. Küptekinin dışarıya sızmasıdır. Duygu ve düşüncelerimizle beğendiğimiz, takdir ettiğimiz ve benimsediğimiz için taklit ederiz. Beğendiğimizin, sevdiğimizin göstergesidir benzemeye çalışmak…

Ben neyim? Müslümanım!.. Giyim tarzım, hayat tarzım nasıl? Avrupâî… Taklit ettiklerim, “Sizi beğeniyorum!” dediklerim beni beğeniyor mu? Hayır. “Taklitler, aslının reklâmıdır!” diyerek, beni kişiliksiz olmakla suçluyorlar. O zaman yaşadığım dünya, nasıl bir dünya? Nasıl olacak! Ne dünyaya, ne âhirete yarar bir hayat; içi boş, görüntü hoş!

Kendisi gibi olan kimse, sevilmese de en azından saygı duyulur. Taklit eden, benliğini kaybeder, yerilir. Bugün yaşanan insânî krizlerin en büyük sebebi, geldiğimiz, ait olduğumuz yer ile bulunmak istediğimiz yerin birbirine uymaması…

* * *

  1. yüzyılın sonlarında keşfedilen Amerika kıtasının yerlileri olan Maya ve İnka Medeniyetleri gibi yeryüzünün en büyük medeniyetlerini kuran, savaşı ve öldürmeyi bilmeyen, doğaya âşık Kızılderililer, 19. yüzyılın sonlarına doğru tamamen sindirilmiş. On milyonlarca yerli, şu an hayran olunan Avrupalılar tarafından, savaşarak yok etmek pahalıya mâl olduğu için aynı gayeye hizmet eden başka yollarla, virüslü battaniyeler, zehirli yemeklerle yok edilmeye çalışılmış. Bu süreçte asmakla sindiremedikleri o toplumu, inançlarından, giyim tarzlarından, göçebeliklerinden, değerlerinden, dillerinden uzaklaştırmayı, asimile edip medenîleştirmeyi(!) başaramamışlar. “Battaniye Kızılderilisi” diye kınamış, onlar için “saç”, bir şeref vesilesi iken, saçlarını kesmiş aşağılamışlar. Göçebe kültürlerini ellerinden alamamışlar. Bakmışlar olmuyor; kolejler kurup, güyâ okutmak gayesi ile âilelerinden zorla topladıkları o çocukların ilk isimlerini değiştirmişler. Kızlara İngiliz kraliçelerinin, oğlanlara krallarının isimlerini koymuşlar; ikinci isimlerini de İncil’den bulmuşlar. Bugün, ABD asimile edemediği bu toplumu bozmak için, kendi çocuklarına kolay kolay vermedikleri kumarhane açma ve oynama izni vererek, içki ve fuhşu aralarında yaygınlaştırmaya çalışıyor. Bugünün Kızılderilileri, gerek felsefeleri, gerek doğa konusundaki bilgileri bakımından atalarından hiç de farklı değiller; bilim adamları, çevreye dair birçok şeyi onlara danışıyorlar.

Dönüyorum, kendi ülkeme bakıyorum, İslâm ülkelerine bakıyorum. Hiçbir şeyi olmayan fakir Kızılderilileri, neden hâlâ kendilerine benzetemediler? Biz Müslümanlar onların yaşadığı asimilasyonu yaşamadığımız hâlde, son iki yüz yılda nasıl oldu da Batı’nın kopyası gibi olduk. Özünü kaybetmeme noktasında onlarda olup da bizde olmayan nedir?

* * *

Belçika hükümetinin aldığı bir kararla ilgili bir haber okumuştum:

“Belçika’da çok sayıda Türk yaşamakta... Bazıları topluma tam entegre olabilirken büyük çoğunluk hâlen kendi kültürlerinde ve dillerinde yaşamakta... Kendi dükkânları, câmileri, kıraathâneleri, berber dükkânları ve dernekleri var. Türkiye’de yaşar gibi yaşıyorlar ve birçoğunun Belçika’nın geri kalanıyla ne kültürel, ne de ekonomik mânâda bir ilişkisi yok. Dil problemi var. Bize entegre olmak istemeyen Türkler ya kendileri gitmeliler ya da entegrasyon sağlanamıyorsa, biz göndermeliyiz.”

Onlar Avrupa’da oldukları hâlde yaşantıları ile direniyorlar, ülkemiz insanlarının yarıya yakınının zoru nedir ki, hemen entegre oluveriyorlar?

Oysa bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’in emirleri nettir:

“Ey mü’minler! Eğer kendilerine kitap verilenlerden (herhangi) bir gruba uyacak olursanız, sizi îmandan sonra küfre döndürürler.” (Âl-i İmrân, 100)

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin. Allâh’ın size olan nîmetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşmandınız da, O kalplerinizi kaynaştırdı ve O’nun lûtfu ile kardeş oldunuz.” (Âl-i İmrân, 103)

“Sonra seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. Çünkü onlar Allâh’a karşı Sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” (el-Câsiye, 18-19)

“…Sana gelen ilimden sonra, bilfarz onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan Sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (el-Bakara, 120)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yahudi ve hristiyanlara benzeme hususundaki duruşu da çok nettir:

“Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa, o, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1985, II/50)

“Bizden başkasına benzemeye çalışan, bizden değildir.” (Tirmizî, İsti’zân, 7)

“Yahudî ve hıristiyanlara benzemeye özenmeyiniz.” (Tirmizî, İsti’zân 7, Edep 41)

“Siz, sizden öncekilere karış karış, adım adım uyacaksınız. O kadar ki, şayet onlar bir keler deliğine girecek olsalar, siz de onların peşinden oraya gireceksiniz.”

“-Yâ Rasûlâllah! Bu (önceki) ümmetler, Yahudilerle Hıristiyanlar mı?” diye sorduk. Peygamberimiz:

“-Onlardan başka kim olacak!...” buyurdu. (Buhârî, Enbiyâ, 50; Müslim, İlim, 6)

Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh-:

“Müşriklerle sıkı münâsebetler içerisine girmekten ve kiliselerindeyken yanlarına gitmekten sakının!..” buyurarak uyarmıştır.

Büyük âlim Fudayl bin İyaz -rahmetullâhi aleyh- şunları söylemiş:

“Yolcuları az da olsa sen hak yoldan ayrılma. Rağbet edeni çok da olsa, kötü yola sapma!..”

* * *

Ericson’a göre, insan, belli değerleri ve gelenekleri olan bir kültür içinde yaşar. Hem de bu kültürü kendi içinde yaşatır. Bu, belli bir yere bağlanma ve belli bir yere ait olma duygusudur. Bir insanda bu duygu gelişmişse, kimlik duygusu da oluşur. Ergenlik döneminde oluşan kimlik, özü ve sözü, içi ve dışı denk olan gençlerde tutarlı bir şekilde oluşur. Bunun aksi, psiko-sosyal bunalımları tetikler. Ergen, iletişimde bulunduğu çevre ve kişileri yansıtan bir ayna gibidir. Yapması, yapmayı sürdürmesi ya da yapmaması gereken şeyleri, bu dönemde kendi süzgecinden geçirerek kimliğinin bir parçası hâline getirir. Ergenin kendini keşfetme süreci olan bu dönemde, âilesinde ihlâs, ihsân ve takva üzere yaşanan bir dînî hayat, meslekî, ideolojik, toplumsal, dinî, ahlâkî ve cinsel hayatla ilgili kararlarını verirken, gencin bâtını ve zâhiri ile tutarlı, dengeli, uyumlu olmasını, velhâsıl mutlu bir fert olmasını sağlayacaktır.

Çocuk, âileyi yakından takip eder. Dindarlığı sadece örtünmekten ibaret bilip de îmânı oturmamış, taklit boyutunda kalmış, modern hayat biçimini benimsemiş, dünyayı seven, dünya nîmetlerinin hepsinden tek hayat dünyada imiş gibi faydalanan bir âilenin çocuğu, ergenlik dönemindeki kimlik oluşumunda pek çok tutarsızlıklarla karşılaşacaktır.

“Allâh’a itaat”in, “nefse itaatin bir altına alındığı” âilede İslâm’a uygun bir hayat nizâmı oluşturmak, genç için çok güçleşecektir. Bir çıkış yolu bulamayan gençler, negatif kimlik geliştirip sınıfını, uyruğunu, dînini, ülkesini, yetiştiği toplumun bütün değer yargılarını inkâr edebilir.

Elimizdeki muharref Tevrat’ta; “Oturduğun Mısır diyarının veya seni götürdüğüm Kenan topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin ve âdetlerini uygulamayacaksın!” ifadeleri yer alır. Onlar için de başka dinlere benzememek çok önemlidir. Çünkü kimlik kaybına sebep olur.

Kişinin dîni, hayat şeklini de oluşturur. Kılık kıyafetten, oturup kalkmaya ve sosyal hayata kadar dînin belirlediği yollardan yürünerek, kıyafet ve İslâm kültürü bakımından birbiriyle benzeşmiş insanların iletişim kurduğu alanlar oluşur. Bu benzerlikler, inananları birbirine bağlar. Toplumsal yapıyı, birlik ve beraberliği, mânevî duygu ve hisleri kuvvetlendirir.

Bir insanın kıyafetini değiştirdiğiniz zaman, hislerini de değiştirirsiniz. İnsanların elbiseleri, onların içine girip oturdukları evleri gibidir. Kendi öz değerleri ile binası örülmüş, dînî kimliği ile teşrifâtı, donanımı yapılan evlerin içinde mutlu olunur. Emanet, başkasına ait, içerisinde çocukluğuna, sevdiklerine, hatıralarına dair hiçbir işaret bulunmayan bir evde kişi sığıntı gibidir. Ev sahibi, her an kendisine ait evde oturduğunun îmâsını edip o emanetçiyi rencide eder. Yahudi ve hıristiyanlara benzemek, aynen böyle bir evde sığıntı gibi oturmaktır. Kişi, özüne yabancılaşır.

İnsanın dış giyimi, bir mânâda, için dışa vuruşu olarak kabul edildiğinden, modern düşünmeyi ve yaşamayı sağlamanın yolu, kıyafetin değişmesine bağlanmıştır. Tarih boyunca İslâm toplumları ile hıristiyanların arasındaki önemli farklardan biri de kıyafetleri olmuştur.

“…Eğer sana gelen ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, bil ki sen de zâlimlerdensin.” (el-Bakara, 145) buyuran Cenâb-ı Hakk’ın bu hususta müsamahanın olmadığı da muhakkaktır. Zira Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“Dinleriyle ilgili konularda Allah düşmanlarından uzak durun. Zira Allâh’ın gazabı, onların üzerine iner.” buyurarak tehlikenin büyüklüğünü gözler önüne sermiştir.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle