Nefs Gerçeği

Ruh, can, benlik, kalp, cevher, irâde gibi mânâlarda kullanılan “nefs” hakkında İslam mütefekkirleri farklı fikirler serdetmişlerdir.

Kimileri; “Nefs atomdur.” görüşünden hareketle nefsin, diğer bir deyişle rûhun “kendi özüyle vâr olan bir cevher mâhiyetinde ve yerinin de kalp olduğunu” ifade etmişlerdir.

Kimileri, nefsi, “Bedenle ortaya çıkan canlılıktır. Nefs, beyinde güç, kalpte fikirdir.” diye târif etmiştir.

Bazıları da; nefsi mâhiyet bakımından; “Bedene yayılan nûrânî, yüce, diri ve hareketli cisimdir. Bu cisim ayrışmaz, değişmez, parçalanmaz.” olarak değerlendirmişlerdir. (İbni Kayyım el-Cevzî, Fahruddîn er-Râzî ve İmâm-ı Şârânî bu görüştedir.)

Bu tariflere bakıldığında nefs, insanın canı ve bizzat kendisi, bazen ona canlılık veren rûhu gibi anlaşılsa da, aslında insanın mânevî hayatının en önemli merkezlerinden biridir.

İslâm tasavvufunda nefs, insanın toprağa meyilli olan süflî yönünü temsil eder. Ruh ise, onun Allah tarafından ihsan edilmiş, mânevî tekâmülünü isteyen, onu ulvîliğe çeken yönüdür. Terbiye ve ıslah edilmemiş nefs ile, ulvî olana meyilli ruh arasında dâimî bir kavga vardır. Ruh, hayır ve güzelliği isterken; süflî nefis günah ve çirkin şeylerden hoşlanır. Ruh ile nefs arasındaki bu kavga, nefsin isteklerine karşı gelinerek onun eğitilmesiyle yavaş yavaş azalır. Neticede nefs, dizginleri yavaş yavaş bırakır. Ama mücadele ölüme kadar devam etmektedir. Her an palazlanmaya müsait olan nefs, tam yenildiği düşünüldüğü anda birden “küllerinden tekrar doğabilir.”

Bu yüzden insanın iç dünyasındaki iyi ve kötünün mücadelesi, ömür bitmeden sona ermez.

 

Nefsin Mertebeleri

Mânevî terbiye ve tekâmül esnasında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri, meşhur tasnife göre yedi kısma ayrılmıştır:

1-Nefs-i Emmâre: Cenâb-ı Hakk’ın yasakladıklarının peşinde koşan, Allâh’ın emir ve buyruklarına riâyet etmeyen, şeytânî arzu ve hislerinin esiri olan nefs. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü nefs kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 53) âyeti ile işaret edilen nefstir.

2- Nefs-i Levvâme: Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına kimi zaman dikkat eden, kimi zaman da dikkatsiz davranan, ama işlediği günahlardan rahatsız olup üzülen; sevaplarına ise sevinen nefs. Bu isim, “Levvâme (devamlı pişman olan) nefse yemin ederim.” (el-Kıyâme, 2) âyetinden alınmıştır.

3- Nefs-i Mülheme: Elden geldiğince Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına dikkat eden, bu titizliği sebebiyle de çeşitli ilham ve keşiflere mazhar olan nefis. Bu tâbir de Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Andolsun nefse isyanını ve itaatini ilhâm edene!..” (eş-Şems, 7-8) âyetinden gelmektedir.

4- Nefs-i Mutmainne: İslâm’ın ve îmânın şartlarına şeksiz, şüphesiz bütün hükümlerine teslim olan, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulup güzel ahlâk ile hemhâl olan, neticede yüce Yaratan ile mânevî bir muhabbet bağı kurmuş ve bunun lezzetine erişmiş nefs. Fecr Sûresi’nde “Ey itmi’nâna ermiş itaatkâr nefs!” (el-Fecr, 27) şeklinde kendisine hitap edilmiş olan nefs mertebesidir. Bu hitapta, nefs bu mertebeye ulaşmadıkça, Allâh’ın hitâbına mazhar olunamayacağına da işaret vardır.

5- Nefs-i Râdıyye: Bütün cihetleriyle Allah Teâlâ’ya yönelmiş ve O’ndan aslâ gâfil olmayan ve Cenâb-ı Hak’tan, O’nun hüküm ve takdirinden râzı olan nefs.

6- Nefs-i Merdıyye: Benliğin bütün zerreleriyle Allah Teâlâ’ya teslim olan ve Allah Teâlâ’nın da kendisinden râzı olduğu nefs. Fecr Sûresi’nde yer alan, zikrettiğimiz âyetin devamında; “Dön Rabbine; sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak!” (el-Fecr, 28) şeklindeki hitapta ise “Râdıyye” ve “Merdıyye” makamları zikredilmiştir.

7- Nefs-i Kâmile: Her türlü kötülük ve çirkinlikten sıyrılmış kâmil bir mânevî olgunluğa erişmiş nefs. Böyle bir mertebeye erişen, muhteşem bir ahlâkî ve rûhî donanıma sahiptir. İrşad makamı demek olan bu makam, vehbîdir. Yani Allah Teâlâ’nın ihsânıdır. Kul, bütün gayretini sarf ederek altı makamı tamamlar, ancak Allah Teâlâ dilediği kullarına bu yedinci makâmı nasîb eder.

 

Nefsin Özellik ve Faaliyetleri

Yukarıdaki târiflerden ve nefsin mertebelerinden de rahatça anlaşıldığı üzere, her insan, yeryüzüne hem üstün özelliklerle hem de süflî vasıflarla gelir. Ondan beklenen, süflî ve nefsânî arzularını sınırlaması, yani “nefsini tezkiye etmesi”dir. Nefs temizlendikten sonra işin ikinci aşaması başlar, o da “kalbin tasfiyesi”… Kalpteki dünyevî, nefsânî, şeytânî bağlılık ve muhabbetler yok edilir ve insan duygu ve düşüncelerinin merkezi olan kalp, Allâh’ın muhabbetine tahsis edilir.

Nefs, insanın var olmak ve varlığını devam ettirmek için gerekli özelliklerin merkezidir. Açlık, susuzluk, uykusuzluk vb. maddî ihtiyaçların yanında sevmek, sevilmek, bağlanmak vs. gibi mânevî/psikolojik ihtiyaçlar da nefs tarafından organize edilir. İnsanın aç kaldığı zaman bir şeyler yemesini emreden nefsi, o bedenin canlı kalmasını hedefler. Ancak bu açlığı bastırmak için her türlü yolun meşrû görülmesi, midenin dolduğu hâlde gözün doymaması; nefsin terbiye edilmediğinin işaretleridir. Nefsin bu şekildeki menfî emirlerine gözü kapalı bir şekilde itaat eden insan, onun bir nevî kölesi hâline gelir.

Nefs, doymak bilmeyen hırs ve iştihâsı sebebiyle insanı uçurumlardan yuvarlamaya hazır bir binek gibidir. O yüzden hayat boyunca, nefsin tabiî ihtiyaçlarını meşrû dâire içinde karşılamaya özen göstermeli ve dizginlerin kontrolünü hiçbir zaman bırakmamalıdır. Çünkü bir anlık bir gaflet hâli, bazen insanın uçurumdan yuvarlanıp parça parça olmasına yeter de artar bile…

Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır:

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki; nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)

O hâlde nefiste birtakım iyi ve kötü hasletlerin bulunması, ilâhî murad ve imtihan sebebidir. Bu imtihanla insanların nasıl mücadele edeceği, nefsinin tuzağına düşüp düşmeyeceği de insanın karakter ve başarısını ortaya koyacaktır. Elbette mükâfat ve ceza büyük olduğu için imtihan da kolay değildir. Bu yüzden nefsiyle girdiği imtihanda başarılı olanların sayısı da oldukça azdır.

“Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16) buyuran Rabbimiz, insanın nefsiyle mücadelesinde onu yalnız başına bırakmamıştır. Gerek vicdan, akıl, irade vb. dâhilî güçlerle; gerekse peygamber göndermek, kitap indirmek, içinde ve dışında kendi âyetlerini göstermek, sâlih ve sâdık kimselerin mevcudiyeti sûretiyle hâricî vâsıtalarla insana hep yardımcı olmuştur.

Ancak bütün bu yardımcı unsurların yanında, insanın kalbini ve zihnini çelen “aldatıcı”, “süslü” ve “câzibeli” engeller de vardır. İşte bunların başında “nefs” gelir. Nefs, insanın içinde var olan, ondan gibi görünen, ama aslında hep onun aleyhine çalışan gizli ve sinsi bir düşmandır. İnsan, nefsi tanıdığı, onun tuzaklarından kendisini koruduğu nisbette yücelir ve şerefli mevkiine erişir. Aksi hâlde, nefsinin oyuncağı hâline gelen insan da “aşağıların aşağısına doğru” sürüklenir.

İnsanı, nefsine karşı uyanık tutan en önemli vâsıtalar, îman, takvâ, sâlih amel, ibadet ve duâdır. Bu nîmetlerden mahrum kalan insan, nefsinin isteklerine râm olur ve Allah Teâlâ’dan uzak düşmeye başlar.

Nefs; tembelliği, atâleti sever. İnsanı gevşekliğe meylettirir. Mal sahibi olmayı, bunu biriktirmeyi, hırsı, tamahı, cimriliği özendirir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“…Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)

Gurur, kibir, kendini büyük görme, insanları istihkâr; nefsin tuzaklarındandır. Bencillik, menfaatperestlik, sadece kendisini düşünmek, uzak ve ulaşılmaz emeller peşinde koşmak, nefsin en önemli özellikleridir.

İşte nefsin bu ve benzeri özelliklerini bilip onunla çetin bir mücadeleyi göze alan kimseler, bütün insanların Allâh’ın huzûrunda toplandığı o gün huzur içinde olurlar. Rabbimiz, kıyamet gününün o dehşetli manzarasını şöyle tasvir eder:

“O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlara aslâ zulmedilmez!” (en-Nahl, 111)

“O gün, kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlamayacağı bir gündür. O gün buyruk, yalnız Allâh’ındır.” (el-İnfitâr, 19)

“İnsanın yapıp ettiklerini hatırlayacağı gün… Ve görene Cehennem açık bir şekilde gösterilmiştir. Artık kim azmışsa ve dünya hayatını âhirete tercih etmişse, şüphesiz Cehennem (onun için) tek barınaktır. Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için ise… Şüphesiz Cennet (onun) yegâne barınağıdır.” (en-Nâziat, 35-41)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de nefsi ve onun tuzaklarını şöyle tarif etmiştir:

“Akıllı kimse, nefsine hâkim olan ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de, nefsini hevâsının (duygularının) peşine takan ve Allah’tan (kuru kuruya) temennîlerde bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)

* * *

“Gerçek mücâhid, nefsiyle mücâhede edendir.” (Ahmed bin Hanbel, 6/2022)

* * *

 “Hevâlarına/heveslerine tâbî olanlarla oturmayın, onlarla mücâdele de etmeyin; ben onların kendi bâtıl yollarına sizleri çekeceklerinden emin olamam, inançlarınıza şüphe katarlar.” (Tirmizî, Mukaddime, I/90)

* * *

“Cehennem, nefse hoş gelmeyen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” (Buhârî, Rikak, 28; Müslim, Cennet, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 22; Tirmizî, Cennet, 21, Nesâî, Eyman, 3)

* * *

Son olarak şu husûsu da eklemekte fayda var. Büyükler buyururlar ki:

“Lüzumsuzlarla meşgul olan, asıl lüzumludan mahrum kalır.”

Kula düşen, kendini özene bezene yaratan Rabbine yaraşır bir kul olma noktasında adımlar atarak nefsini ıslâha çalışmaktır. Hakk’a kul olmayan, nefsinin kulu olur.

Cenâb-ı Hak, bu hususta hepimizin yâr ve yardımcısı olsun.  Âmîn.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle