Allah Rasulü'ne...

Hüdâyî Kız Kur’an Kursu “Allah Rasûlü’ne Mektup” Yarışması Birincisi

Bismillâhirrahmanirrahîm

Mahlûkâtın adedince, arşın büyüklüğünce, Zâtının rızâsınca ve ilminin sonsuzluğunca hamd; Mâlike’l-mülk, Zü’l-celâli ve’l-ikram, Rahman ve Rahim olan Allah’a…

Ve sonsuz sayıda salât ü selâm, Allah’ın Rasûlü, pâk elçisi Muhammed Mustafa’ya…

Ya Rasûlallâh!

Her ne kadar size layık olmasa da sevgim, âzâd edilmek istemeyen bir köleniz olarak kabul ediniz sevgimi Efendim!..

Size günahkâr yüreğimden çıkan ama tertemz duygularımla yazıyorum. Ve sizi selmaların en büyüğü, en güzeli ile selamlıyorum:

Esselâmu aleyke yâ Rasûlallâh!

Esselâmu aleyke yâ Hâteme’n-Nebiyyîn!

Esselâmu aleyke yâ Fahr-i Âlem, Ahmed ü Mahmud, nur Muhammed Mustafâ’mız!..

Selamlarımı yolluyorum, acziyetimle… Götürmek için yarışan meleklerle, duâlarınızı bekliyorum Efendim.

* * *

Bu karadan da kara geçmişime, zifiri karanlık olmuş yanıma-yöreme… Hak Teâlâ’nın hatırına bir nur olun, kapkaranlık dünyama…

Ricâm kâinâtın en şereflisine…

Herkesin “ene: ben” diyeceği günde “ümmetî, ümmetî” diyen size…

“Cehenneme düşüyorum”, sesleniyorum Efendim. Hak ettiğimi düşünmeksizin; çığlıklarım çaresiz…

“Bir yudum su…” diyorum yâ Nebî, Allah için bir yudum su!..

Derinlere düşüyorum, tutun ellerimden; her yanım ağır yanık kokusu!...

* * *

Günahkâr ellerimle, iştiyâkla yazdığım mektubuma; hasretimi işledim nakış nakış her yanına… Binbir teessür ve elemle, tecerrüd ettim bütün nefsânî arzularımdan… Mahcûbiyetimden Zâtınıza bakacak yüzüm yoktur, Yâ Rasûlallâh!..

Ey Şefîe’l-Müznibîn,

Günahımın utancı, al al yansırken yüzüme, her teheccüd vakti ilticâ ediyorum kalb-i pâkine, “Ne olur, ne olur ümmetin olmaya kabul et, beni!” diye…

Gül kokulu Peygamberim; size ümmet olmayı bilemedim, sünnet-i seniyyenizi lâyıkıyla hayatıma tatbik edemedim. Dayanağım bir tek “kelime-i tevhid” gerçeğidir.

Ey benim ulu dağlarda açan kardelenim, cennet kokulu Efendim,

Hasretiniz bir kor, içten içe yakıyor yüreğimi… Hasretinizi çeken bir dağ olsam erirdim hicranımdan. Her yağmur yağışında yönümü dönüyorum Kâbe’ye, havayı kokluyorum belki rahmet melekleri Senin kokundan da bir nebze taşır diye…

Ve ömrümden eksilen her yeni günle vuslat ateşin yakıyor her yanımı… Size kavuşmanın özlemi ile hayaller kuruyorum her gece…

* * *

Ve bir gün, işte Ravza-i Mutahhara’nın önündeyim. Ayaklarım tutmuyor. Haşyetle titriyorum. Sizi görebilmek arzusuyla kapınıza geliyorum. Bir pîr-i fânî soruyor, sanki hâlimden hiç anlamazcasına:

“-Kimi aramıştınız?” Ben:

“-Rasûlullâh’ı…” diyebiliyorum ürkekçe.

Titrek sesiyle cevap veriyor:

“-Rasûlullâh, ayak bastığın, nazar edebildiğin her yerde… Onu seven yürek onu her yerde bulur ve koklar…”

İşte o an arş yıkılıyor sanki başıma… O an bir dikenli çalıydı, ciğerime girip çıkan, Allah bilir ya, mevt (ölüm) bile bu kadar acı değildir, ya Rasûlallâh!...

Fatımatü’z-Zehra annemizin hâli geliyor aklıma. Nasıl bir mum gibi günden güne eridiğini daha iyi anlıyorum.

Buram buram Sen kokuyor buralar, ismin arşın sütunlarında dahî yazılı… Ve kabr-i şerîfinizin tam önündeyim. Güneşin ışıklarıyla yarışırcasına bütün azametiyle nur saçıyor dört bir tarafa… Siz Refîk-i Âlâ’ya kavuşmaktan mesrur, biz sizi kaybetmekten mahzûnuz yâ Seyyidü’l-Kevneyn!..

* * *

Eğilip öpüyorum, geçtiğin yolları, bastığın toprağı, kanat çırpıyor vecde gelen, kirli bedenimde hapsolmaktan yorulan ruhum; göğüs kafesimi zorluyor, çıkmak istercesine, “Lebbeyk, Lebbeyk” diye cûşa geliyor.

* * *

Ve bir sesle irkildim, doğruldum yerimden: “Hayyeale’l-Felâh, Hayyeale’l-Felâh”… Kat kat açıldı, gözümdeki perde, şaşkınlıkla afalladım, arandım durdum… Rasûl’ün kokusu nerede? Gül kokulu Medine nerede?

Bir an acıdı, kavruldu yüreğim. Neşterlerle şerha şerha parçalandı kalbim. Nasıl geçmişti zaman? Ne olmuştu, nasıl olmuştu? Neredeydim, şimdi neredeyim?

Kulaklarımda çınladı ezanın nağmeleri… Gözlerim artık ağlamaz olmuştu; dışarıda huzurlu, coşkulu bir yağmur sesi…

“-Evet.” dedim, “Doğru!.. Rabbim çağırıyor huzuruna… Muhakkak ki huzur, O’nun huzur-i ilâhîsinde.”

Edâ ettiğim namazımın ardından, hasret dolu duâlarımı da yolcu ettim Refîk-i Âlâ’ya… Ve dedim ki:

“-Ey noksan sıfatlardan münezzeh, varlığının eşi, benzeri, ortağı olmayan Zü’l-celâl-i ve’l-ikram!..

Nasıl tattırdıysan o leziz ânı

Onsuz bir hayat istemem al artık bu cânı

Nasıl terkedip gittiyse O, bu hanı

Tek bildiğim O’nsuz yaşayamam artık bir ânı

Mektubum size ulaşır da kabul buyurursanız selâmımı, içine tasrih edemediğim kadar hasretimi ve belki de bu cürm yüklü kara yüzümle mümkün olmayacak vuslatımı yolluyorum. * * *

Anladım ki, râh-ı necât size olan muhabbettir. İstimdâd eden ümmetinizin ıslâh-ı hâli ancak size olan itaattir.

Gün gelip de bendeki emaneti aldığında emanetçilerin en büyüğü; bir gün ektiğimi biçmeye geldiğimde, merdud olma korkusuyla ürperdiğim Rabbimin sonsuz merhametine sımsıkı bağlandığım anda, işte o anda Rabbimin mağfiretini, zât-ı devletlerinizin şefaatini istirham ederim. Bu kalbimin karasını akıtttığım satırlarım, nurunuzu taleb eden bir dilekçe olsun. Niyazım beni de sevdikleriniz ve seçtiklerinizin kervanına katmanız…

Allah’ın selâmı, sizin, mübârek ailenizin ve kıymetli ashâbınızın üzerine olsun.

 

Sizi görmek arzusuyla yanan, 14. asırdaki ümmetinizden birisi…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle