Röportaj

Kıymetli okuyucularımız;

Bu ayki röportajımız, satırlarda uzun sürse de bir solukta okuyup hayran kalacağınız bir hayat hikâyesi… Genel cerrah Dr. Salih Selman Bey, helâl lokma hassasiyeti ile yetiştirilmiş, ismi gibi “sâlih” olmuş bir evlât… İnsanlara hizmet şuuruyla, zorluklar içinde okumuş bir doktor…

Tıp Fakültesi sıralarında bulamadığı hazzı; bir medresede, rahle başında, hizmet aşkıyla yanan hocaların rehberliğinde Kur’ân’da bulan ve 14 senede hâfızlığını tamamlamış bir Kur’ân hâfızı… Yıllarını İslâmî ilimlere adamış, şu an Hadis dalında doktora yapan bir ilâhiyat öğrencisi…

Bütün bu meşgaleleri devam ederken bilhassa Tıp öğrencilerine İslâm’ı anlatan, îmânlı ve hâfız doktorlar yetişmesine vesîle olan; sakalı ve cübbesiyle hastane koridorlarında ve ameliyathânelerde işiyle, yaşantısıyla “emr-i bi’l-mârûf” heyecanı içerisinde ömrünü sadaka-i câriyelerle dolduran, güler yüzlü, nezih bir insan…

Buyurun, hayatınıza değişik bir bakış açısı katacak ibretlerle dolu bir müslümanın hâtıralarına… Rabbimiz, lâyıkıyla istifade edebilmeyi cümlemize nasîb etsin. Âilece ziyaret edip kendisiyle tanıştığımız Dr. Salih Selman Bey’e, bu vesîleyle hayırlı ve uzun hizmet ömürleri niyaz ederiz.

 

Dr. Salih Selman kimdir? Kendinizden biraz bahseder misiniz?

Çocukluğuma dönüp baktığımda ilk hatırladığım, babamdır. Albay kıyafetiyle eve gelir. Sert bakışlı, askerî düzen ve intizam, hayatına yerleşmiş. Babası da jandarma komutanıymış. Ortaokuldan itibaren Kuleli Askerî Lisesi’nde parasız yatılıda okumuş.

Yıllar sonra iş yeri hekimi olarak bir fabrikada beraber okuduğu bir arkadaşı ile tanışma imkânımız oldu. Babamın hiç bilmediğim yönlerini, o arkadaşından öğrendim. O yıllar, her yerde, özellikle askerî okullarda İslâm’ın yaşanmasının mümkün olmadığı zamanlar... Babamın arkadaşı kulağıma eğilerek:

“-Baban, bizim içimizde en dindar olanımızdı. İzinlerde çapkınlık yapanları takip eder, harama gitmesin diye onu meşgul eder, hattâ aramızda para toplayıp o çapkınlar harama girmesin diye evlenmelerine vesîle olurdu. Birisi günaha düşmesin diye âdeta çırpınırdı. Sınıfımızın babasıydı.” dedi.

Babam, aynı zamanda çok edepli bir insandı. Ben onu evde hiç fanila ile dolaşırken görmedim. Hattâ annemle evlendiğinde şart koşmuş:

“-Çocuklar veya komşular, bizim ne iç, ne dış çamaşırlarımızı hiç görmeyecek; yıkayıp yatak odasında kurutacaksın!” demiş.

Hayat boyu annem dışında hiçbir kadınla konuşmadı. Aynı apartmanda oturan komşu bir kadınla merdivende karşılaşsa, arkasını dönerdi. İslâm’ın bildiği hükümlerinden hiç taviz vermezdi. İslâm’ı az bilirdi, fakat bildiğini de yaşardı. Askeriyede babamın general olmasını istiyorlarmış, babam da kabul etmiyormuş. Annem bunu duyunca babama kızdı, niye kabul etmiyorsun diye!.. Babam da:

“-Kabul edersem içki içmem lâzım. Seni balolara götürüp dans etmem veya başka erkeklerle dans etmene müsaade etmem lâzım! Bu yüzden kabul etmiyorum.” demişti.

Âilesine, özellikle de bana çok ilgili idi. Eve yorgun gelse bile benim derslerimle mutlaka ilgilenir, her hâlimi yakından takip ederdi. Çocukluğumda Fener’de otobüs durağında otobüs bekliyorum, bir taraftan da ders çalışıyorum. O yaşlarımda babam vefat etmişti. Lüks bir araba ile bir komşumuz yaklaşıp:

“-Bu nasıl oluyor? Senin baban yok, ders çalışıyorsun. Biz çocuklarımızın başındayız, serseri oldular!” dedi.

Tabiî, ben o beyefendiye:

“-Siz çocuğunuzun başında değilsiniz, paranın peşindesiniz. Eve kaçta geliyorsunuz? Çocuğunuzun hangi derdi veya dersi ile ilgileniyorsunuz?!” diyemedim.

Hattâ tıpta okurken bir hocam annemi çağırıp beni nasıl yetiştirdiklerini sormuş. Kendisinin bir tek çocuğu varmış, o da tıp fakültesinden atılmış. Oğlu tıpta okusun diye çok uğraşıyor, ama çocuk okula hiç gelmediği için nihayet okuldan atılmış. Bu yüzden anneme, benim babam olmadığı hâlde nasıl bu kadar güçlü olduğumu sormuş.

Burada baba faktörü çok önemli; babam bizi öyle disiplinli yetiştirdi ki, onun kurduğu bu düzen, vefat edince de bozulmadı. Eve geldiğinde ben masada ders çalışıyor olurdum. O da yanımda otururdu.

 

Sizin içinizde okuma hevesi olmasaydı, babanız yine de tesirli olur muydu?

Tabiî, o faktör de vardı. Ben beşinci sınıfa kadar okumak hususunda çok isteksiz bir çocuktum. Ödevlerimi bile annem yapardı. Babam da:

“-Bu çocuk okumayacak!” derdi.

O sıralarda annem çok çaba sarf etti. Eğer annem de benden ümit kesseydi, ben şimdi doktor değil, belki marangozdum.

 

Peki, siz nasıl oldu da okumaya heveslendiniz?

Beşinci sınıftayken öğretmenliği çok seven neşeli bir öğretmen geldi. Kendisi neşeli idi, ama sınıfta neşe yoktu. Hocamız, sınıfa biraz neşe gelsin diye bizden para toplayıp çikolata alıp masanın üzerine koydu.

“-Ben şimdi ders anlatacağım, dersin sonunda da soru soracağım. Kim sorumu bilirse ona bu çikolatalardan vereceğim!” dedi.

Bize okulu ve öğrenmeyi sevdirdi. O çikolatalar sayesinde okul birincisi oldum. Anne-baba kadar öğretmen de çok önemli... Annem benim kolejde okumamı istiyordu. Bu yüzden okul birincisi olunca, çeşitli kolejlerin sınavlarına girdim. Saint Joseph Fransız Erkek Koleji’nde iyi puan yaptım. Annem, bana:

“-Burada nasıl bu kadar iyi puan yaptın?” diye sordu. Ben de çocuk aklı ile:

“-Anne bahçesi çok geniş, okul çok güzel! O yüzden…” dedim.

Bu okul da çok disiplinli bir okuldu. Ben geniş bahçede oynamak için girdim, ama papazlar başımızda hiç nefes aldırmıyorlardı. Evli değiller; çocukları yok, gezmeleri yok, tamamen enerjilerini öğrencilere sarf ediyorlardı. Yüzlerinde hiç yorulma-bıkma emâresi görmezdik. Ayda iki karne alırdık. Hayatları müthiş disiplinliydi.

Üç ders görürdük, sonra 45 dakika teneffüs olurdu. O teneffüste herkes çıkacak, terleyene kadar oynayacak… Ben bir gün sınav var diye o teneffüse çıkmadım, papaz elinde sopa ile geldi. Elimdeki defteri kapattırıp beni bahçeye çıkarttı.

Okulun bahçesi çok genişti, aynı anda sekiz yüz kişi voleybol oynayabilirdi; hem de Fransa’dan gelmiş en kaliteli toplarla... Sekiz sene boyunca, günde bir buçuk saat oynamak zorundaydık. Teneffüs kaliteli olursa, beyin daha iyi çalışıyor. Bilim, bugün bunu tespit etti. Osmanlı eğitim sisteminde de bunu okumuştum. Öğrenciye hiç boş vakit bırakmaz ya sporla ya mûsikiyle mutlaka öğrencinin dinlenme vakitlerini kaliteli hâle getirirlerdi.

Velhâsıl derslerimiz, oyunlarımız her şeyimiz sıkı takip altında idi. Tabiî böyle disiplin olan yerde, başarı da tesadüf olmuyor.

 

Hâlâ Saint Joseph’de bu kaliteli eğitim var mı?

Hayır, yok! Kenan Evren bozdu. Okula kızlar da alındı, eğitim sistemi çöktü. Ben çocuklara ders çalıştırırken, ortaokul-lisedeki fizik, kimya konularını anlattığımda hanımım şaşırırdı.

“-Bu konuları hâlâ nasıl hatırlıyorsun?” diyordu. Ben de:

“-Bizim okulumuzda kızlar yoktu. O yüzden kafamız hiç karışmazdı.” diyorum.

Gerçekten karışık ortamda okuyanla hem cinsleri arasında okuyanlar arasında muazzam fark var.

 

Babanızın, Saint Joseph’de papazların rehberliğinde okumanıza tepkisi oldu mu?

Babam, İslâm Dîni Dersi’ne girmem şartıyla, bu okulda okumama izin verdi. Babam dîni pek bilmezdi. Ama bildiği kadarını çok iyi yaşar, bizim de yaşamamız için gayret ederdi. Oruç tutardı, bizi de oruca kaldırırdı. Kur’ân’a sevgisi ve hürmeti vardı.

“-Ben dîni bilmem, ama…”, Kur’ân’ı göstererek, “Siz bu Kur’ân’ı bilin ve ne emrediyorsa onu yaşayın!..” derdi.

Bu hususta sizinle bir hatıramı paylaşayım: Okula bir tiyatrocu geldi. Okuldan yetenekli çocukları tiyatrocu olarak yetiştirmek için seçiyordu. Beni de çok yetenekli buldu. Kartını bana verdi. Eve gidip babama:

“-Ben tiyatrocu olmak istiyorum!” dedim. Babam da:

“-Sen tiyatroculuğu sevmiş olabilirsin, ama o işi Allah seviyor mu? Ben onu bilmiyorum. Hocalara soracağım, eğer izin verirlerse, ben de sana izin veririm. Fakat dînimiz bu işi hoş görmüyorsa, izin vermem!” dedi. Ve sonra bana gelip:

“-Oğlum tiyatro câiz değilmiş. Yalan konuşulduğu ve insanlarla dalga geçildiği için o işe müsaade yokmuş. Ben senin tiyatrocu olmanı kabul etmiyorum.”

İşte bunun gibi, bilmese de danışırdı. İyi niyetliydi. Evde Kur’ân’ın sözü geçsin isterdi. Hattâ otobüste yer olsa bile oturmazdı.

“-Şimdi biri gelir, o oturur. Yaşlı gelir, hasta gelir.” derdi.

Özel makam arabasına binmediği gibi, bir de böyle hassas davranırdı.

“-Ne güzel sağlıklıyız; yürümüyoruz, ayakta duruyoruz, ne olacak?” derdi.

Ve son nefesi de yaşadığı gibi oldu. “Nasıl yaşarsanız öyle vefat edersiniz…” (Bkz: Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, V, 663) buyruluyor ya; onunki de öyle oldu. Rahatsızlanmış, kalp ağrısı tutmuş, hâli yok, mecâlsiz… Komşumuzdan ilk defa yardım istemiş.

“-Çok ağrım var.” demiş. Hastalandığını yüzünden anlamışlar zaten… Taksi çağırın diye kapılarına gittiğinde:

“-Ambulans isteyelim.” demişler, babam:

“-Olmaz, devletin ambulansını meşgul etmeyelim!” demiş.

Taksiye binmişler, anlamış ki hastaneye kadar nefesi yetmeyecek. Taksiciye:

“-Ne kadar tutar, bir hesaplar mısın? Sen mesafeyi bilirsin, hakkım sende kalmasın.” demiş. Taksici:

“-Dur abi, ne gerek var, hızlı gider yetişiriz!..” dediğinde babam:

“-Yok, sen söyle, benim nefesim yetmeyecek!” diyerek illâ fiyatı söyletmiş.

Cüzdandan parasını çıkarmış, para üstünü cebine koymaya gücü yetmemiş. Öylece canını teslim etmiş. Cüzdan yere düşmüş.

“-Hakkınızı helâl edin!” sözünün yarısını söyleyebilmiş.

 Babamı hep mutlu zannederdim. Babamın vefatına yakın:

“-Baba, ben de senin gibi asker olacağım!” dedim. Babam:

“-Hayır, olmayacaksın!” dedi. Ben de “Neden?” deyince:

“-Oğlum, askerlerin parasına çok haram karışıyor. Maaş alınıyor, evler lojman, arabalar devletin, gezme masrafları vs… Her şey milletin parası oğlum! Bunun hesabı ağır! Bana «Çöpçü olmak istiyorum, baba!» dersen, izin veririm. Çöpçü olunca üstün kirli olur, ama paran lokman temiz ve helâl olur, oğlum!” dedi.

Babamın bu helâl lokma hassasiyetini, galiba doktorlukta görmüştüm. Babam Kurmay Albay olmasına rağmen hiçbir zaman lojman hakkını kullanmadı, biz hep kirada oturduk. Evde tamiratlık bir iş olsa, askeriyeden bedava tamirci getirebilirdi. Ama hak olur diye onu da getirmez, dışarıdan parayla tamirci tutardı. O tamirciyle de hiç pazarlık yapmaz, anlaştıklarından daha fazla ücret verirdi.

Annem, onun bu hâllerine çok kızardı:

“-Bari fazla para verme!..” deyince:

“-Kızma hanım, belki hakkı daha fazladır. Bizden çekinip söyleyememiştir!” derdi.

Vefat ettiği sıralarda kullandığımız yemek masası bile ev sahibinden ikinci el olarak satın aldığımız bir masa idi. Babamdan ömrü boyunca:

“-Ya şu dünyada bir araba alamadım, bir ev alamadım…” diye hayıflandığını duymadım. Onun en büyük derdi, “kul hakkı yemeden” bu dünyadan göçmek ve bilmediği Kur’ân’ın hükümlerine riâyet etmek idi.

Ben babamın kıymetini o zamanlar fark edemedim. Ama o vefat ettikten sonra anladım ki, bana lûtfedilen her şey, o helâl lokmanın bereketiydi. Bazen gençleri çağırır, onlara yemek yedirir, kendisi de onlara hizmet ederdi. Sonra öğrenirdim ki, o genç, ya babamın bir askeri ya da belediyede bir işçiymiş. İnsanlara şahsiyeti sebebi ile hürmet ederdi. Kimseye makamından dolayı hürmet ettiğini kimse görmemiştir.

 

Saint Joseph’e dönecek olursak, oradaki Türk öğrencilerin dîne merakları nasıldı?

Okuldaki öğrenciler, o kadar dünyevî yaşardı ki! Dinle hiç alâkaları yoktu. Bir gün papazın birisi dayanamayıp:

“-Hiç mi Tanrı’yı düşünmüyorsunuz?!” demişti.

Papaz bile bizim dini hiç düşünmememizden şikâyetçiydi. Ama o yıllarda bize ahlâk dersine Hayrettin Karaman Hoca gelmişti. Beni dînî mânâda etkileyen ilk kişi odur diyebilirim. Saint Joseph’e gelen ilk Türk hoca… İlk dersinde:

“-Gençler, ben size ahlâk dersi anlatmayacağım. Ahlâk, anlatılarak öğretilmez. Ahlâk sadece yaşanarak öğrenilir ve öğretilir.” dedi.

O zamanlar da sağ-sol kavgalarının en şiddetli olduğu yıllar…

“-Bakın, sizler aynı ülkenin evlâtlarısınız; sağ-sol diye birbirinizi yiyorsunuz. Şimdi her grup temsilci seçsin; görüşünü burada anlatsın. Herkes de saygıyla dinlesin!” dedi.

Hâlbuki oradaki papaz öğretmenler, biz sağ-sol kavgası yaparken ilgilenmezler, hattâ hiç müdâhale etmezlerdi. İlk defa birisi, bizi buluşturmaya, kaynaştırmaya çalışıyordu. Hele o yüzündeki müşfik, merhametli ifade bambaşkaydı. Papazların hepsi sert tabiatlı, hiç tebessüm etmeyen insanlardı. Hayrettin hoca, o zaman bir müslüman kimliği ile bana çok tesir etmişti. Oğlu ile daha sonra aynı hastanede çalışıp arkadaşlık ettik. Hattâ ben evliliği düşündüğüm yıllarda, bir şey çok dikkatimi çekmişti. Pazartesi günleri hastanede profesörler ameliyatlarda çok sinirli olurlar, sinirlenip ameliyat âletlerini atarlardı. Ben de şaşkın şaşkın hemşirelere:

“-Bu profesörler pazartesi günleri niye böyle oluyorlar?” diye sormuştum. Onlar da:

“-Hocam, bunlar Pazar günü tüm gün âileleri bile birlikte olunca, sinir küpüne dönüyorlar. Hiç birisi âile hayatında huzurlu değil!..” demişlerdi.

Hayrettin Karaman Hocamın oğlu İhsan ise, çok mutlu, çok huzurlu görünüyordu. Ben lise yıllarımda Hayretin Hocama hayran olmuştum. Bu yüzden oğlu Doktor İhsan’ı çok izlerdim. Bir gün ben bahçede evlilikle ilgili bir kitap okuyordum. Doktor İhsan Bey, beni görüp:

“-Bu işler kitaplardan öğrenilmez!” dedi. Ben de ona:

“-Sen nereden öğrendin evlilikte huzurlu olmayı, peki?” diye sordum. O da:

“-Babamdan öğrendim. Babamın anneme bir kere bile göz ucuyla kötü baktığını görmedim.” dedi. “Tartışma onların evlilik hayatında hiç olmayan bir şey!.” dedi. Ben:

“-Baban dünya çapında bir âlim, annen ise ev hanımı… Bunlar nasıl anlaşıyorlar?! Bu profesörler, kendileri gibi doktor, profesör olan hanımlarla evlenmiş. Yıllarca flört etmişler; bunlar mutlu değil, bunlar anlaşamıyor. Bu nasıl oluyor?” dedim.

Doktor İhsan Bey, şöyle bir örnek verdi:

“-Babam akşam eve girince evin kokusunu içine çeker, «Ooh miss gibi yemek kokuyor. Bu yemeği yapan eller öpülür!» derdi.”

Nice profesör, profesör olan karısını dövüyor; mahkemelik oluyor. Ben o profesörler gibi olmak istiyorum. Burada ise başka bir profesör, ilkokul mezunu hanımı ile evliliğini cennete çeviriyor. Ben bu iki manzaraya bakıp Hayrettin Karaman Hoca gibi olmak istedim.

Bir gün sınıfımdan bir kızı beğendim, evlenmek istedim. Gittim, Doktor İhsan’a sordum.

“-Sınıfımda ilk beşte bir kız var; çok açık değil. Benim gibi kolejli… Robert Koleji’nden mezun olmuş.” dedim. İhsan:

“-O sana olmaz!” dedi.

“-Neden?” dedim.

“-Senin dîne doğru dönüşün var, bize doğru yürüyorsun. O, seninle evlenirken kendi tarafındaki hayatta kalmanı ister. Senin İslâm’a yürüyüşün durur. O, senin İslâm’a doğru yürüyüşüne katılmaz, hattâ seni de engeller.” dedi.

Gerçekten yıllar sonra o kız hakkında bir haber aldım; profesör olmuş, boşanmış, hiç çocuk yok. Daha sonra doktorluğu bırakmış, tavernalarda şarkı söylüyormuş. O sıralar cerrah olduğumuz için bir havamız var; etrafımızda dönüyor asistan kızlar… Ama Allah hepsine kalbimi kapattı.

Bir gün koridorda bir doktor kız dikkatimi çekti. Baştan aşağı uzun, bembeyaz, özel dikim bir doktor önlüğü… Başı kapalı, edepli bir kız… Hemen araştırdık, uygun görüldü. İşte o benim hanımım oldu. Merhum M. Esad Coşan Hocaefendi’nin talebelerinden, çalışkan bir doktordu.

 

Doktor olmaya nasıl karar verdiniz?

Babamın vefatından bir yıl sonraydı, on üç yaşlarındaydım. Annem beni mutlaka öğlen uykusuna yatırırdı. Öğlen uykusundan yeni kalkmıştım, oyun oynamaya çıktım. Komşumuzla karşılaştım. Bana:

“-Ne kadar büyümüşsün, ne güzel olmuşsun!” deyip öptü.

Nazar oldum galiba! Dışarı çıkar çıkmaz arkadaşımın birisinin attığı taş, gözüme isabet etti. Gözümden kanlar akmaya başladı. Gözüm görmüyordu, aylarca hastanede kaldım. Beni karanlık bir odaya aldılar. Allah Teâlâ, bana o karanlık odadan başka bir âlemi gösterecekti.

Çocuk olduğum için sıkılmayayım diye arada odadan çıkartırlardı. Ben de hastanede dolaşırdım. Gözlerinde sargılar olan hastaların gözünden sargılar açılıyordu. Hastalar sevinç içinde:

“-Görüyorum, görüyorum!” deyip doktorlara minnetle sarılıyordu.

Bu manzara, beni çok etkiledi. İnsanların o mutluluğunu görünce doktor olmaya karar verdim. Karanlık oda bana sıkıntı vermez olmuştu artık… Doçent Rânâ Hanım vardı. Ona:

“-Ben de sizin gibi doktor olmak, insanlara faydalı olmak istiyorum!” dedim. O da:

“-Sen doktor olamazsın, yavrum.” dedi.

Ben de “Neden?” dedim.

“-Senin bir gözün çok ağır zedelenmiş. Eğer diğer gözünü çok yorarsan, gözünü kaybedebilirsin. O yüzden gözünü yormayacak bir işle meşgul olsan çok iyi olur!” dedi.

Ancak onun bu söyledikleri, beni doktor olma sevdamdan hiç vazgeçirememişti. Eve geldim. Belli aralıklarla sürekli ilâç damlatmam gerekiyordu. Ben sürekli ders çalışıyor, kitap okuyordum. Gözüm yorulup kızarınca da vaktini hiç gözetmeden sürekli ilâç damlatıyordum. Bu azimle okulumu dereceyle bitirdim. Arkadaşlarım yıllığa, “Salih doktor olacak!” yazmışlar. Çapa Tıp Fakültesi’ni kazandım. En ağır bölüm olan, Cerrâhî Bölümü’nü seçtim. Altı sene doğru dürüst uyumadan okudum.

Üstüne kırk yaşında hâfızlık yaptım. Şimdi gözüm daha iyi görüyor, ilâç kullanmıyorum. Çünkü Kur’ân okudukça gözüm âdeta yenilendi. Kur’ân bana şifâ oldu. Allah için yapılan bir işte, Allah hesapsız veriyor. Buraya kadar ben dünyada nasıl mutlu olunur, onun peşindeydim.

 

Kırk yaşında hâfız oldunuz. Hâfız olacak kadar Kur’ân’la ülfet kurmanız hangi vesîle ile oldu?

O da gözümün yaralanması gibi, Allâh’ın beni bir vesîle ile yönlendirmesi neticesinde oldu. Ben evlendiğimde Kur’ân’ı okumayı bilmiyordum. Namaz sûrelerini Türkçesinden ezberledim, namazı öyle kılıyorum. Bir gün bir hasta getirdiler, mübarek bir amca… Mahmud Efendi’nin yardımcılarından Kemal Efendi… Ayağından ameliyat olmuş, ama ayağı enfeksiyon kapmış. Anlamamışlar. Ben pansuman yaptım, temizledim. Sonra da birkaç kez evine gittim. Evinin alt kat daireleri Kur’ân Kursu…

Bu hocadan çok etkilendim. Bembeyaz, nurlu bir yüzü vardı, sözleri de çok tesirliydi. Bir gün beni aşağı indirdi, kursu gezdirdi. Kapkaranlık odalarda 12-17 yaş çocuklar, hâfızlık yapıyor. Ama hepsinin yüzü nûrlu… Hepsinin gözleri neşe saçıyor. O an Saint Joseph Lisesi aklıma geldi; deniz kenarında… Devâsâ bahçe ve oyun alanları var. Ama mutsuz ve kin dolu bir gençlik… Burada ise hiç maddî imkân yok; yüzlerinden nûr akan, etrafa huzur saçan gençler… Hocaları da çok genç ve hepsi sırf Allah için kapanmışlar oraya…

O an üzerimde ne varsa, oradaki çocuklara sarf etmek istedim. Kur’ân- Kerim gibi üstün bir kitap; her an basılıp kapatılma korkusu ile yerin altında okunmamalıydı. O Kur’ân talebeleri yerin dibinde, imkânsızlıklar içinde Kur’ân okuyorlardı, fakat sanki gökyüzünde yıldızların içinde okur gibi huzurlu ve neşeliydiler. O geceyi hâlâ unutamam.

“-Hocam…” dedim, “Benim param var. Şu balkonları kapatalım; çocuklar için, gençler için dinlenecekleri alanlar yapalım!” dedim. Hoca:

“-Oğlum, paran ziyan olur. Bu kurslar her ay basılıp kapanıyor!” dedi.

Gerçekten de her ay basılıyordu o zamanlar... Yeni bir yer bulunana kadar hocalar, talebeleri kendi evlerine alıyor. Kendi imkânları da kısıtlı, ama fedâkârlık yapıyorlar. Hocaların ne bayramı var, ne tatili… Kendilerini Kur’ân’a adamışlar.

Belki de Allah, o geceki temiz niyetimin bir ikramı olarak, bana ve çocuklarıma hâfızlığı ikram etmiştir, kim bilir?

 Ondan sonra oğlumu oraya götürmeye başladım. O da hadis ezberlemeye başladı. Şimdi kaynağı ile birlikte yüz hadîs-i şerîfi ezbere biliyor, Rabbimiz yaşamayı da nasîb etsin. Hoca bana:

“-Oğlun zeki… Hâfızlık da yaptıralım.” dedi.

Oğlumu ilkokuldan aldım, oraya verdim. Bana göre artık en faydalı ilim, Allâh’ın ilmi olan Kur’ân ilmiydi. Hoca, hatalarını Kur’ân’ın üzerine yazıyor, ben her gün onların ödevlerini kontrol ediyorum. İşte o dönemlerimdeyim. Çocuklar, hâfızlık yapıyor; ben akşam onları almaya gidiyorum kursa… Hoca onları düzeltiyor, ben dinliyorum. O sırada ben de ezberliyormuşum. Hoca da bana:

“-Mâşâallah, sizde de çok kabiliyet var.” diyor.

Bir gün kursa oğlanı almaya gittim; bizim oğlan top oynamaya kaçmış. Hoca, bana:

“-Hocam, siz biraz otursanız!” dedi. Ve bana Kur’ân okutmaya başladı. Fakat ilkokul hocam gibi çok teşvik ediyor, ben hiç mahreç yapamıyorum:

“-Çok güzel oluyor, devam edin!” diyor.

Böyle başladık Kur’ân okumaya… Derken ezber yaptırmaya başladı. Kimse ona öyle bir vazife vermedi; benim de hâfız olayım diye bir düşüncem yok! Ama hoca çok hevesli, ben kaçmak istiyorum, hoca, aşkla peşimden gelip hâfızlık yaptırıyor.

İlk başlarda beş-on dakikada dizlerim uyuşuyor. Alışmamışım dizlerimi kırmaya… Hep kibirle yürümüşüm. Nefsime de ağır geliyor. Hâfızlık yapmaya başladığımı duyan herkes vazgeçirmeye çalışıyor. Hocadan başka beni teşvik eden kimse yok!..

Bir müddet sonra kursa gidip gelmem zorlaşınca, hoca bir fedakarlık daha yaptı:

“-Ben sizin muâyenehânenize geleyim! Hastalarınız olmayınca sizi çalıştırırım.” dedi.

Azimle muâyenehaneye geldi, şuraya rahleyi açtı. Bakıyor hasta yok, hemen beni çağırıyor:

“-Hocam, haydi bir âyet de olsa okuyalım.” diyor.

Her hasta arası doktor dinlenir. Biz dinlenmeleri kaldırdık, Kur’ân okumaya başladık. Ben yoruluyordum; bazen kaçmak istiyordum, ama hâfızlık hocamda o hizmet aşkı hiç bitmiyordu. Burada biraz düşünmeli… O hocanın benden hiçbir menfaati yok! Bir insanın hâfız olması için bu kadar nasıl fedakârlık yapılabilir?! Ben ona değil, âdeta o bana tâlip oluyordu. Bu da onun Allâh’ın kelâmına olan aşkından kaynaklanıyordu.

Dünyada hiç kimse, bir başkası için herhangi bir dünyevî menfaat olmadan böyle hizmet edebilir mi? Bu, sadece Allah rızâsı için yaşayan, Allâh’ın dîni için çalışanlarda olur. Ben bazen zorlanıp yapamıyorum derdim, ama onun ağzından olumsuz hiçbir kelâm duymadım. Ben bittikçe beni sohbetlere aldılar, mânen doldurdular. Her sabah da sabah namazından sonra Arapça, Fıkıh dersleri aldım on sene… Tabiî, ezberlediğim âyetlerin mânâsını da anladıkça, hâfızlığın tadı bambaşka olmaya başladı. Bir de tefsir dersleri alınca, bu zevki bırakamaz oldum.

 

Hâfızlık süreciniz kaç yıl sürdü?

Yedi sene ezberlemek, yedi sene de “has”laması sürdü. Burada en önemli sebep, istikrar… Tabiî, istikrarın ilk temellerini babam bizim şahsiyetimize disiplinle yerleştirdi. Sonra da bu kıymetli hocaların muhabbet dolu hizmet aşkı…

Bir gün Kemal Hocam, umre ziyareti yapacaktı. Gitmeden duâsını alalım diye gittik. Birçok kimse ziyaretine gelmiş. Tabağında börek duruyor; gelenlerle ilgilenmekten böreğe dokunamamış. Bir ara baktım; hoca da yok, benim oğlan da yok! Misafirler bekliyor; dört saat sonra uçak kalkacak, odanın kapısını tıklatıp girdim. Bir baktım, oğlumu karşısına oturtmuş, ezberini alıyor.

“-Hocam, sabahtan beri bir şey yemediniz. Böreğiniz de soğudu!” dedim. Hocam bana:

“-Oğlum, şu Kur’ân’daki lezzeti, dünyadaki hiçbir lezzetle değişmem!” dedi.

İşte bu hocaların Kur’ân feyzi, karşısındakine tesir ediyor.

 

Bu Kur’ân yolculuğunda, on dört sene boyunca ne gibi meşakkatlerle karşılaştınız?

Çok zorluklarla karşılaştım. Bazen bu oda, sanki üzerime yıkılır gibi oluyordu. Aynı gün içinde hasta var, ameliyat var, sohbetler, dersler var; çocuklar, ev var, ezber yapılacak… Ama ben bir yanda dünyanın en başarılı profesörlerini gördüm, onların talebesi oldum; onlardaki kibri, huzursuzluğu gördüm. Bir de buradaki sahabe yürekli hocaları gördüm.

Bu yüzden her zorlukta onların fedakârlıklarını düşünüyor, kendimi toparlıyordum. Hocalarım çok teşvik ediyorlardı. Kendileri de fedakârlıkta sınır tanımıyorlardı.

“-Hocam istersen hiç gitmem, sizi gece bile çalıştırabilirim.” diyorlardı.

Üç hoca ile çalışıyordum; üç vardiya hâlinde nöbeti birbirlerine devrediyorlardı.

Zorluğu tek ben yaşamıyordum. Eşimi, çocuklarımı bu hususta çok kışkırtmaya çalışanlar oluyordu. Eşime:

“-Sen kocanı kaybediyorsun. Hastaneler zinciri olacak, profesör olacak kişi gitti; hoca gibi Kur’ân’la, din işleriyle vakit kaybediyor. Niye engel olmuyorsunuz?!” diyorlardı.

Çocuklarıma da:

“-Babanız en iyi kolejlerde okumuş, sizi Kur’ân kurslarında okutuyor. Geleceğinizi tehlikeye atıyor!” diyorlardı.

 

Âileniz etkileniyor muydu?

Az-çok etkilendikleri zamanlar olmuştur, ama unutamadığım bir hâtıram var; sizinle onu paylaşayım. Bir Pazar günü dedelerini ziyaret için arabayla gidiyoruz. Kızım Sâliha:

“-Bugün babam çok mutsuz, babamı ne mutlu eder?” dedi.

Sonra diğer kızım da:

“-Kur’ân okumak!” dedi. Kızım da:

“-Açalım Kur’ân okuyalım da babam mutlu olsun!” diye karşılık verdi.

Bunu çocuklarıma ben yaptırmadım. Hanım da, Allah râzı olsun, hiçbir zaman:

“-Ben doktorum; akşama kadar yoruluyorum. Bir de akşam sen yoksun!” demedi.

Bir zamanlar kariyer yapmayı mutluluk zannettim. Doktorluğun, uzmanlığın peşinden koştum. Baktım ki neşe ve sevinç, Kur’ân’ı öğrenmekte gizli… Böylece gerçek mutluluğu bulduğumu düşünüyorum. Eşim:

“-Sen büyük ameliyatlara gidiyorsun, karaciğer çıkartıyorsun, oradan bir de sohbete gidiyorsun. İkisinin arasında çok fark var. Ama sen Kur’ân sohbetinden geldiğinde gözlerinde çok büyük bir mutlulukla dönüyorsun. Bu sevinci hiçbir şeyden elde edemiyorsun.” diyor bana…

Allah Teâlâ, bunu bana lûtfetti. Benim için gençlere ders vermek, çok büyük mutluluk!.. Çeşitli ilçelere gidiyorum; gençlerle çok mutlu oluyorum, onlara bir şey anlatmak çok güzel!..

 

Hastalarınız karşılarında sakallı ve cübbeli bir doktor gördüklerinde nasıl tepki veriyorlar?

 Çok şaşırıyorlar. Çoğu zaman inanamıyorlar, ikna etmek için bir hayli çaba sarf ediyorum. Bir gün hanımım, bir hastasını ameliyat ederken cerrah olarak benim yardımıma ihtiyaç duymuş, çağırdı. Ben de hastaneye gittim, asansöre bindim, direk ameliyathaneye indim. Kapı açıldı, ilerlememe hemşire izin vermiyor.

“-Hasta yakınlarını kim aldı buraya! Yasak, çabuk burayı terk edin!” diyor.

Dinlemiyor, dinlese inanmıyor. Beni itiyor. Personel beni tanıyor, gülmekten duruma müdahale edemiyorlar.

Bir keresinde yine hastaneye almadılar.

“-Ben doktorum, meme cerrahisi için geldim!” diyorum, görevli beni:

“-Ya geç amca şöyle yaaa!” diye itiyor, “Seni alamam!” diyor. Ona dedim ki:

“-Hastanenin sahibi benim talebem!.. Onu buraya çağırırım, mahcup olursun.” Şaşırdı.

Bazı hemşireler de bana bakıyorlar ameliyatta... Şaşırıyorlar, kesebiliyorum diye... Ben onlara:

“-Bakın benim elim var, ağzım var, burnum var; ben insanım ve doktorum. Osmanlı böyleydi.” diyorum.

Ezber bozan bir hâlimiz var. Başhekim benim talebem ve beni ameliyata o çağırmış, ama anlamıyorlar. Eşim kadın doğum uzmanıdır, özel hastanede eşimin ameliyatı var. Yumurtalık kisti ameliyatı yapacaktı. Benim de tıp talebelerine dersim var.

“-Aman telefonun açık olsun, eğer kist yayıldıysa hemen gelir müdahale edersin.” demişti. Açmış hastayı bakmış, hemen tahlile yollamış.

“-Geniş açılması gerekiyor, sana ihtiyaç var! Sen toplayacaksın yayılımı…” diye hemen beni aradı. Koşarak yetişmeye çalıştım, öyle ki, asansörde cübbemin düğmelerini açıyorum acelemden... Kapı açıldı, içeri girdim, ameliyata devam ediyorum. Fakat dışarıda kıyamet kopuyor. Yakınları kapıyı yumrukluyorlar. Ağlamalar arttı. Hasta bakıcı:

“-Hasta yakınlarını tutamıyoruz, biraz kapıya gelseniz!” diye bana rica etti. Ben işleri yoluna koyunca yanlarına gittim.

“-Yahu siz niye ağlıyorsunuz? Hastanız gayet iyi. Müslüman adamlarsınız, neden tevekkülsüz davrandınız? Ben ameliyatına devam ettim; şimdi çok iyi durumda, iyileşecek. Neden telaş ettiniz?” dedim. Hastanın yakınları:

“-Aaa öyle mi? Siz doktor musunuz? Biz de hasta fenalaştı, içeriye hoca aldılar zannettik! Sizi son görevini yerine getirmek için çağırdılar diye düşünmüştük. Siz de öyle aceleyle girdiniz ya, korktuk!” dediler. Böyle de komik bir hâdise yaşadık.

Bir keresinde de yahudi bir hasta geldi. Zengin olduğu her hâlinden belli... Konuşurken:

“-Sen beni nerden buldun?” diye sordum.

“-Evlâdım, başkaları zengin olduğumu anlayınca yoluyorlar. Gereksiz tahlil yazıyorlar. Hem para, hem de vakit kaybı… Sen dürüst adamsın, yolmuyorsun. Seni çok araştırdım. İyi insansın biliyorum.” dedi.

“-E gel o zaman, bak biz iyi insanlarız; gel Ramazan vakti, îman et. Bize katıl, şehâdet et.” dedim.

“-Oraları hiç karıştırma, sen işine bak.” dedi.

 

Yıllar sonra Saint Joseph’te beraber okuduğunuz arkadaşlarınızla hiç karşılaştınız mı?

Ben 1972’de Saint Joseph’e girdim. 2012’de kırkıncı yıl kutlamalarına beni de dâvet ettiler. Benim nasıl değiştiğimi görmüşler; sakallı, cübbeli olduğumu bildikleri hâlde dâvet ettiler.

“-Sen yeter ki gel; sana içkisiz masa hazırlayacağız!” dediler.

Hocalarımdan izin istedim; hocalarım da belki bir-iki kişinin hidâyetine vesîle olursun diye bana fetva verdiler. Gittim. O gece çok ilginç geçti. Okulun sahiplerinden Amerikalı bir zât, gecenin sonuna doğru mikrofonu alıp:

“-Hepinizin içinde Salih beye teşekkür ediyorum.” dedi. “Çünkü o dindarlığıyla, kıyafeti ile hiç bozulmadan buraya geldi. Biz onun istemediği her şeyi burada yapıyoruz. Onu akşamdan beri izliyorum, bizi küçümseyen bir bakış bile atmadı. O ortaokul lisedeki sevgi dolu bakışları ile bakıyor. O gelmeden onun hakkında negatif konuşmuştum. Şimdi onu kucaklamak istiyorum. Biz de şükredelim; en azından içimizden bir tane de olsa böyle bir adam çıktı!”

Gece ikiye doğru, grubun en güçlüsü geldi. O bana çok tâzim etti. Herkes şaşırdı tabiî… O da:

“-İçimizde Sâlih en doğru yolu buldu. Biz dîni bilmeden yetiştik, ne oldu peki?! Sağ-sol kavgasına girdik, kaybettik. Ben bir iş sebebi ile Arabistan’a gittim. Beni orada zorla umreye götürdüler. Ben hiçbir şey bilmiyorum; düşünebiliyor musunuz, müslümanım ama dînim hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Gelin, biz bu din işini, Salih’ten öğrenelim!” dedi.

“-Ben artık namaz öğrenmeye başladım. Kur’ân bilmiyorum, ama çocuklarım öğrensin diye hoca tutuyorum.” diye ekledi.

Bu ne muazzam bir şey!.. Türkiye, nereden nereye geldi. Bizim orada kucaklaşmamız, onların din hakkındaki bu itirafları; aramızdaki bir yahudi arkadaşın hiç hoşuna gitmedi. O istiyordu ki, biz birbirimize düşelim, müslüman müslümandan nefret etsin. O beni tanımamış gibi yaptı; öfkesi gözlerinden okunuyordu. Ben yanına gittim:

“-Sen beni tanımadın herhalde, ben seni tanıdım!” dedim.

Bir solcu arkadaş vardı. Tabanca ile gezer, sağcılara yapmadığını bırakmazdı. O bile masamdan hiç ayrılmadı.

“-Ben Çanakkale’de yaşıyorum. Çünkü bu millet orada omuz omuza var oldu. Ben orada yatanların hayatını okuyorum. Bu millet, tekrar oradaki ruh ile dirilecek!” dedi.

Bir şey anlatayım diye gözümün içine bakıyorlardı.

 

Gerçekten her yer; el uzatacak, gönüllere İslâm’ı taşıyacak emr-i bi’l-mâruf erlerini bekliyor.

Aynen öyle… Bunu o gece daha iyi hissettim.

 

Çocuklarınızı da ilmin yanında mutlaka bir spor dalına yönlendirmişsiniz. Niye çocuklarınızı özellikle spor dalı olarak karateye yönlendirdiniz?

Ata sporumuz güreş, ama Osmanlı’nın güreş elbisesini bozdular. Yoksa güreşe yönlendirmek isterdim. Karate elbisesi tesettüre uygun olduğu için ona yönlendirdim. Bu yüzden çocuklarımın gününü üçe böldüm: Bir bölümünde hafızlık yapsınlar, bir bölümünde okul dersleri ile meşgul olsunlar, bir bölümünde de spor...

Şu an psikolojide yüksek lisans yapan kızım Sâliha:

“-Baba, bizim evimizde televizyon veya internet olsaydı, sen bizi başıboş bıraksaydın, biz bunların hiçbirini yapamazdık!” diyor.

Oğlum da karatede dünya şampiyonu olunca, arkadaşlar, çocuklarına örnek olsun diye bize getirmişler.

“-Bak, siz de internetle meşgul olacağınıza spor yapsaydınız!” diyorlar çocuklarına…

Çocuklar da babalarına:

“-Siz bizi yönlendirmediniz!” diyor. Babaları:

“-Biz yönlendirdik, siz antrenmanlara gitmek istemediniz, bıraktınız.” diyor.

Benim oğlum da ilk başladığında antrenmanlara gitmek istemedi, bırakmak istedi. Ama ben babamdan, başladığım işi bırakmamayı öğrenmiştim. Biz de akşamları onların antrenmanlarına seyirci olarak katılır, onları kapıdan bırakıp dönmezdik. Yoksa yanlış arkadaşlar edinebilirlerdi ya da bırakmak isteyebilirlerdi.

On sene her akşam antrenmanda onları bekledik. Gençleri boş da bırakamazsınız; o zaman da televizyon veya internetin çocuğu olurlar. Şimdi Hayat Vakfı’nda genç doktor adayları ile derslerimiz oluyor. Ders çıkışı kimi Yâsîn ezberlemiş, onu dinletmek istiyor, kiminin başka sorusu oluyor. Gençleri kendi hâllerine bırakmamalı, onlara rehber olmalıyız.

 

Günümüz müslümanlarının özellikle gençliğin gidişâtını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben gençlerle ilgilendiğim için çok ümitliyim. Gençler de bizim sohbetimizi internetten dinliyor, sonra arkadaşlarını toplayıp geliyorlar sohbetlere… Kitleler hâlinde uyanış görüyorum, elhamdülillah! Ortam, İslâm’ı yaşamak ve anlatmak için çok uygun...

Eskiden gençlere sohbet için öğrenci evlerine giderdim, yanımda da Fransızca kitap götürürdüm. Basılma ihtimali vardı. İslâm’ı gizli gizli anlatıyorduk. Şimdi sosyal medyada, okullarda, üniversitelerde hep gençlerle İslâm üzerine konuşuyoruz.

Şu an sayısını hatırlayamadığım kadar çok hâfızlık yapan tıp talebesi öğrencim var. Gençler, artık çok şuurlu… Dünya siyasetini biliyorlar, Ehl-i Sünnet’e yapılan oyunların farkındalar… Günde beş kere sohbet oluyor, ben yetişemiyorum. Her şehirdeki üniversite öğrencileri dâvet ediyorlar. Eskiden böyle değildi, en yakın akrabalarım anlatmamı istemiyorlardı.

Şu an ilâhiyatta Mustafa Karataş Hoca’nın yanında, Hadis doktorası yapıyorum. Düşünün, oradaki talebelerin babalarından yaşlıyım. Karataş Hoca bana:

“-Sen çok iyi hoca olursun!” diyor.

Bunu başka bölüm profesörü söylemez. Baktı talebesi daha kapasiteli, ayağını kaydırmaya çalışır. Ama bu ilâhiyat bölümü farklı; hocası da, talebesi de farklı… Tıpta büyük bir kibir kavgası var. Çünkü Allah demeden yetişiyorlar.

Doktor, hastasıyla kavga ediyor. Neden? Sabır nedir, hastayı tesellî etmek nedir bilmiyor; bunun sevap olduğundan habersiz... Hasta geliyor, ben ona:

“-İmtihandasın, bu hastalığa sabredeceksin, günahların dökülecek! Duâ et, namazlarını ihmal etme, inşâallah şifâ bulacaksın.” diyorum.

Bu, tıp kitaplarında geçmez, ama hasta üzerinde en etkili ilâçtır. Ben iki tarafı da gördüm, bu güzel yolu seçtim, Allâh’ın lûtfuyla… Ama aynı yere çocuğumu gönderemem. Önce dînini, kitabını öğrensin; gidecekse sonra gitsin. Fakat dinini iyice öğrenmeden nice genç, üniversite hayatında kendini kaybediyor.

Şu an hem doktorluk yapıyorum, hem dînimi öğretiyorum. Kur’ân öğrettiğim, sûre hafızlığı yaptırdığım tıp öğrencilerim var. Bakara Sûresi’ni, Kehf Sûresi’ni bitiren doktorlarım var.

Bu günleri gördükçe çok şükrediyorum; bu ortamları emr-i bi’l-mâruf’la iyi değerlendirmeliyiz.

 

Kıymetli vaktinizden ayırıp bizimle hâtıralarınızı paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben de size teşekkür ederim. Rabbimiz, sohbetimizi hayırlara vesîle kılsın, inşâallah…

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle