En İyi Sen Anlarsın

Salât ve selâm ile…

1433 yılının Rebiülevvel ayında, yeniden teşrif ediyorsun dünyamıza!

Gelişinle, rahmetler bereketler artıyor; sözler, sohbetler feyizleniyor, sevgiler hasretler demleniyor. Çocuklar naatlarla karşılıyor, kendileriyle oyunlar oynayan, şakalaşan Efendilerini… Zayıflar, kimsesizler, kendilerini himaye edecek kol-kanat bulmanın sevinciyle gülüyor, neş’eyle koşuyorlar.

Yetimlerin kırık boyunlarını doğrultmak istercesine, Pazartesi gecesi sabaha doğru, Abdullah’ın yetimi olarak açıyorsun gözlerini…

Çok küçükken mübârek vâlideni de Ebva dönüşünde teslim ediyorsun ebedî mekânına…

Annesiz kalanları da en iyi Sen anlarsın ey Nebî!

Mahzunları, garipleri en iyi Sen hissedersin. Tıpkı bayramda kimsesiz gördüklerini, en iyi Sen mutlu ettiğin gibi…

Yemeği ortadan yiyen, hurma ağacını taşlayarak düşürdüğü hurmalarla karnını doyuran, kuşu öldüğü için ağlayan çocukları en iyi Sen terbiye eder, en güzel Sen sevindirirsin...

Ya okunan ezânlarla alay eden, Mekke’nin delikanlıları Ebu Mahzûre’leri… Gençlerle iletişimi en iyi Sen kurar, en etkili sözlerle Sen fethedersin gönüllerini…

Ahlâkı, fazileti, yardımseverliği, güvenilirliği Mekke Sen’den öğrendi yâ Rasûlallah... Hatta putlarına itaat etmediğin için Seni dışlayan müşrikler, en önemli sırlarını Seninle paylaşıp en değerli emanetlerini “Muhammedü’l-Emin” diye Sana teslim etmeye devam ettiler.

Bir eş, bir komşu, bir akraba olarak hep iyilik ve güzellikle davrandın.

Dini, “güzel ahlak” olarak târif edip, güzel ahlâklı insanın dâimâ az ve öz konuşması gerektiğini bildirirdin. Özellikle gıybet, zan, koğuculuk gibi sözlerin âhirette amelleri ifsad eden en önemli hususlar olduğunu sık sık hatırlatırdın.

Sevmeyi, sevilmeyi o kadar önemserdin ki ey Allâh’ın Rasûlü; “Îman etmeden cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmeden de gerçek îman etmiş olamazsınız..” buyurdun. (Müslim, İman, 93) Güzel ve yumuşak söz söyleyenleri ise, daima medhederek şöyle tavsif ederdin:

“Cennette öyle yüksek köşkler vardır ki; içi dışından, dışı içinden görülür. Buralara; ancak tatlı/ yumuşak söz söyleyen, yemek yediren ve insanlar uykuda iken namaz kılanlar girecektir.”(Tirmizî, Birr, 53/1984)

“Cennet; yemek yediren, selâmı yaygınlaştıran ve güzel söz söyleyenlerin mekânıdır.” (Tirmizî, Kıyamet, 42)

İnsanların kısır dünya kaygılarından ve kötü ahlâklarından bîzâr olduğun zamanlarda ise, Hira Mağarası’na giderek tesbih ve tefekkürde bulunurdun. Bunlardan birinde Cebrail’le dost olmuş ve mübârek bir vazifeyle şereflendirilmiştin.

“Ey elbisesine bürünen! Kalk ve uyar.” (el-Müddessir, 1-2) emri ise, artık çileli bir dönemin başlangıcı olmuş ve nihayet çok sevdiğin, doğup büyüdüğün, gözbebeğin Mekke’den hicret etmek zorunda kalmıştın. Öyle ki, o en acı ayrılıkta gözyaşları içinde geri dönerek; “Ey Mekke! Eğer kavmim beni çıkarmasaydı, seni aslâ terk etmezdim.” sözleriyle hislerini kelimelere dökmüştün.

Ama Medîne, Seni çok sevmiş, günlerce yolunu gözlemişti yâ Rasûlallah. Sana belki Mekke’yi, Kâbe’yi unutturamadılar, ama Sana ve Seninle hicret edenlere hânelerini ve gönüllerini açtılar. Tarihin en güzide kardeşlik destanını yazdılar. Onlar, her şeylerini, en değerli varlıklarını Sana ikram etmekten mutlu olurlardı. Oğlu Enes -radıyallâhu anh-’tan başka verecek bir şeyi olmayan Ümmü Süleym -radıyallâhu anhâ-:

“-Ne olur, kabul buyur!..” diyerek evlâdını Sana teslim etmişti.

Medîne…

Peygamberi kucaklayan, Peygamberi sahiplenen kutlu şehir, bereketli şehir.

Elbette gözleri olup göremeyenler, kulakları olup işitemeyenler, kalpleri olup hissedemeyenler orada da oldu. Başta yahudiler olmak üzere müşrikler, münâfıklar çok üzdüler Seni. Özellikle ilim öğretmek için göndermiş olduğun mâsum sahâbene, Bi’ri Maûne’de yapılan hâince suikast sebebiyle günlerce harap olmuştun. Enes bin Malik, o acı günü şöyle anlatır:

“-Rasûlullâh’ın çok zor zamanları geçti. Ama Bi’r-i Maûne’de şehid edilen ashabına yanıp üzüldüğü kadar hiçbir kimseye ve hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Hatta bu acısını sabah namazlarında yaptığı bedduâyla izhar etmişti. Nitekim kısa bir müddet sonra da bölgede yağışlar kesilip sular azalarak kıtlık kuraklık başlamıştı.” (Müslim, Mesâcid, 302)

Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Taif, Hudeybiye…

Her birinde pek çok zahmetlere katlandın Ey Allâh’ın Rasûlü! Sadece Allâh’a çağırdığın için silahlanıp gelen bu insanlara mukavemet etmek zorunda kalmak; onların gaflet, dalâlet ve isyandaki aşırılıklarına üzülmek… Ashâbının en seçkinlerinin gözlerinin önünde yaralanıp şehid olduğunu görmek…

Organları tanınamayacak kadar vahşice şehid edilen Şehidlerin Efendisi Hazret-i Hamza’nın başına geldiğinde ağlamış ve O’nun cenâze namazını defalarca kıldırmıştın.

Hudeybiye Antlaşması ise; Kâbe’ye hasretle, sabır imtihanının zirveye çıktığı yerlerden biriydi. Rüyanda Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüş ve ashâbınla Umre’ye niyet ederek heyecanla çıkmıştınız yola... Müşriklerin dayatmalarıyla Hudeybiye kuyusunun başında; tam on gün ihramla, hasretle beklemiş ve Beytullâh’ı göremeden, tavaf edemeden dönüş kararını kabul etmiştiniz.

Bu karar, hem Sana, hem ashabına çok zor gelmişti. Tâ ki “Kurbanınızı kesin, saçınızı kazıtın!” buyurduğun hâlde ashâbın bulundukları yerden kalkamamıştı da Ümmü Seleme vâlidemizin çadırına gidip:

“-Ne oluyor bu insanlara; beni işitiyorlar, yüzüme bakıyorlar fakat dediğimi yapmıyorlar?! Onların da geçmiş ümmetler gibi Peygamberlerine itaat etmeyerek helâk olmalarından korkuyorum.” diye serzenişte bulunmuştun. Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- ise, ashâb-ı kirâmın gönüllerinden geçirdiğine tercüman olmuş ve şöyle demişti:

 “-Ey Allâh’ın Rasûlü! Önce Sen yap, göreceksin onlar da aynısını yapacaklar!..” diye Seni rahatlatmıştı. Gerçekten her şey tekrar eski şekline dönmüş ve ashâbının Sana olan muabbet ve teslimiyeti, şâhid olan Mekke müşriklerini bile imrendirmişti.

Ey Allâh’ın rahmet ve muhabbet elçisi!.. Gelmiş gelecek bütün günahların Allah tarafından affedilmiş olmasına rağmen, gündüzleri ümmetinle meşgul olur, geceleri de ayakların şişinceye dek Rabbine şükür ve ibadetle geçirirdin.

İlim öğrenip öğretmeyi ise her daim medhederek; “Beni Allah Teâlâ’ya biraz daha yakınlaştıracak yeni bir ilim edinmediğim günün doğmasında benim için bir hayır yoktur.” buyururdun. (Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, X, 136)

Vedâ haccında, ashâbınla vedâlaşırken onları tekrar tekrar kardeşliğe dâvet etmiş ve şöyle buyurmuştun:

“Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz, iyi muhafaza ediniz. Müslüman müslümanın kardeşidir, bütün müslümanlar kardeştir. (…) Babanız bir, hepiniz Hazret-i Âdem’in evlatlarısınız. Sizin Allah katında en üstün olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvud, Menâsik, 5; Ahmed bin Hanbel, V, 30)

Nasihatlerin, başımız gözümüz üstünedir ey Allâh’ın Rasûlü!..

Hadîs-i şerîflerin, sünnet-i seniyyen, geride bıraktığın bütün emânetlerin, ashâbın, Ehl-i Beyt’in Allâh’ın son kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’in başımız gözümüz üstünedir yâ Rasûlallah!..

Milyonlarca, milyarlarca salât ü selâm Senin üzerine olsun, ey Allâh’ın Habîbi!..

Seher AYDIN

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle