Kâğıtlar Ve Kılıklar

Bir siluet gibi sıyrılıyor hayatlarından… Ellerinde hiç geçmeyen ekşi, keskin bir koku… Elleri de burnu kadar alışık bu kokuya. Üniforması, olması gerektiği gibi pis, pasaklı, eski ve yırtık… Gri tonlarında belki, bazen kahverengi… Sahi, ne giyse sonunda zaten rengi gri ve kahverengiye dönmeyecek mi? Belki de bu kazak kırmızıydı diye düşündü. Halası Pazvin mi örmüştü? Ne önemi var? Şimdi halası nerede kim bilir?

“Adam sen de, işine baksana, daldın gittin. Ayakların dondu zaten. İyi ki çöpten şu ayakkabıları buldum geçen hafta. Tam kışlık değil, spor tarz, ama gıcır gıcır... İnsan bunu niye çöpe atar ki… İnsanlar demek ki hâlâ neyin kıymetli, neyin kıymetsiz olduğunu anlayamamışlar. Umarım, hayatlarını da böyle çöpe atmıyorlardır. Bizim gibiler kendilerine verileni arttırmaya çalışırken… Yükü yüklenmek gerek. Bu çöpte çok kâğıt yok. Şu ileriki sokaktaki ilkokulun yanındaki çöpleri benden önce biri kapmadıysa oradan çok iş çıkar.”

Tuttu, kahverengi demir saplarından arabanın...

“-Uff! Buz gibi!” dedi kendi kendine… Kış erken gelecek bu sene İstanbul’a. Eldiven almak lâzım. Acaba çöpten çıkar mı? Sadece kendine olsa iyi, ama karısı ve iki kızı da var. Allah, kerîm... Daha çok kâğıt toplarsa, eldiven de alınır elbet. Tek derdi eldiven olsa. Yaşadıkları barakada bu ilk kışları olacak.

Biz Afganlar, soğuğa alışık bir milletiz. Ama sıcak tutan evler olmazsa, soğuğa nasıl dayanır ki insan... Âh, şu iç savaş… İnsanlar neyi paylaşamıyor, insanlar neyin derdinde bir bilsem. Başka insanların hırslarının, arzularının savaşında bize hep onların çöplerini mi toplamak, hattâ bu çöplerin yükünün altında ezilmek mi düşecek!

Soğukluğuna rağmen tuttu demirleri, kaldırdı arabayı… Sırtında ağırlığını hissederek yürümeye başladı. Yağmurlarda ıslanmaktan paslanmış yük arabasının demir iskeletinin üzerinde vücudunun birkaç katı büyüklüğünde beyaz çuval hışırdıyordu. Gıcırtılar, hışırtılar ve kendi ayak sesleri... “Şlap!” Yine suya daldın Kâsım, dalmasan olmaz. Çorapları ıslandı çoktan… Ayakkabısını sudan dikkatlice çekerken sudaki aksini gördü. Saçları darmadağın, yüzü kir ve terden kahverengi alacalarla kaplı…

Kâsım, saldın sen kendini… Afganistan’da böyle miydin hâlbuki? Köyün bütün kızları sana bakardı. Saçını tarayıp yana yatırdın mı, bir de limonla ufak bir şekil… Ne havalıydın ya! Evden çıkmadan önce kapının yanında asılı duran mavi çerçeveli küçük aynadan kendine bakardın. Ayna çatlardı hasedinden... Reyhâne de öyle vurgundu sana... Âh, evlendiğimizde kurduğumuz hayaller… Dükkânda tahtaları yontup yaptıracağımız evin hayalleriyle şevkli şevkli çalışırken Reyhâne’nin gülleri güldüren yüzü gelirdi aklıma...

Sonra? Sonrası… Sonrasını çok hatırlamıyor. Sonrası kocaman bir acı. Tek hatırladığı bomba ve silah sesleri, gizli tehditler, tehlikeli fısıltılar… Tutuklananlar, iftiraya kurban gidenler… Bir de korkuyu hatırlıyor. Reyhâne, hâmile… Ya onu da alır götürürlerse... Hava puslu. Tutuklayan niye tutukluyor? Kim, kimi, neden? Kim düşman? Gâvur mu, din kardeşi mi? Kimse cevapları bilmiyor. Tek bilinen, korku...

Afganistan, âh Afganistan! Yiğit erkeklerin ülkesi… Seni terk edeli ne çok zaman oldu… Karmaşan ve kavgan hiç bitmiyor…

Bütün birikimlerini yanlarına alıp Reyhâne’yle kaçışları… İran… Arka sokaklar, rutûbetli evler, kamyonetin arkasında tir tir titreyişleri… Sonra çocuk gibi ağlayışı… Reyhâne’nin ona sımsıkı sarılışı, o sırada bebeklerinin ilk tekmesini hissetmek… Hayata, gidişâta rağmen o tekme bir umuttu. Kaçış esnasında yediği bütün tekmelere inat bir umuttu.

“Dooot!.. Dooooot!” Kasım irkildi birden... Karşısında siyah lüks arabasıyla bir adam bağırıyor.

“-Çekilsene be adam, iki saattir kornaya basıyorum.”

Adamın yanında karısı, arkada çocukları… Görmeye alışık olduğu bir bakışla bakıyorlar. Tiksinti ve korku karışımı bir bakış… Hemen çekti arabasını…

Ben olsam ben de korkardım kendimden. Kılığında hayır kalmamış be! Ama insanlar da bizde bir hayır bırakmıyorlar ki… Bak kaç zaman oldu geleli, hâlâ mülteci bile kabul edilmiyorum. Kimliğim yok, hastalansam, ölsem sahip çıkanım yok. Âh insanlık! Anladık Afganistan’da öldün, ama burada bir yerlerde doğman gerek artık! Hadi, yürü yürü! Dalmak düşünmek senin ne haddine… Vakit yok, akşam olmadan ne kadar kâğıt, o kadar para!

Çok zaman olmuştu Kasım’ın kendi kendisiyle konuşmaya başlaması... 4 yıldır Türkiye’deydi ve kâğıt işçisi olduğundan beri yaptığı en iyi şey buydu. Kendisiyle arkadaş olmak… İnsanlar, kendisine “yürüyen mikrop” muâmelesi yaptığından beri, böyle yapması gerekiyordu. Ekmek alırken bile bakkal, para üstünü uzaktan veriyordu. İki parmağının arasına kıstırıp çubuk gibi yaparak… İçinden kimi zaman:

“-Ben de sizin gibi bir insanım, benim de bir âilem, çocuklarım var. Ben de sizin gibi nâmusumla yaşamaya çalışıyorum!” diye bağırmak geliyordu.

Ama o zaman da “deli” diye tımarhâneye atarlar. Ancak anlamak isteyen anlar. Çoğu kişinin kendisini anlamadığı zamandan beri o da kendisiyle konuşuyordu. Bir de diğer kâğıt işçileriyle… Hepsi farklı yerlerden, farklı hikâyelerle gelen bu insanların tek ortak noktası vardı: “Acı”... Genel hâli hayattan bezmişlik olan bu insanlarla gülsen de, konuşsan da netice hep acıydı. Bir de kâğıt deposunun sahibi, kifâyet miktarı konuşuyordu. Alacak-verecek hesabı için… Ama Allah için dürüst adamdı. Hakkını yemezdi garibanların…

“A-ha ekmek teknem!”

Çöpe gelmişti. Semtindeki bütün çöplerin yerini biliyordu Kâsım... Arabasını sessizce koyup eğildi çöp konteynerinin içine… Karıştırmaya başladı. Envai çeşit çöp…

Bir toplumun yapısı, çöplüklerinden anlaşılır. Neyi atıyor, neyi atamıyor? Değerli olan şey çöpteyse, bu o toplumun hayrına olmayan işaretler taşır. Çöplerden iz sürerek evlerin içine girebilir insan! Yırtık bir gömlek, lekeli bir çocuk tişörtü, gazoz kutuları, cips poşetleri, dökülmüş yemekler, deterjan paketleri… Daha neler neler… Bizim çok iyi bir gözlemci olduğumuzu bilmiyorlar. Bütün ayıplarını örterek sokaklarda gezerken sakladıkları her şey çöplerde… Sahi, insan ne için yaşıyor? Kendini insanlara ispatlamak için mi? Allah sadece bütün çöpleri bir kere sokaklara devirse, ispatlayacak neyimiz kalacak?

Gözlerini etrafta gezdirdi, dalgın, ama dikkatlice… Çok zamandır bu işi yapmasına rağmen utanıyordu biraz yaptığı işten… Tamam, alın teri ile para kazanıyordu, dilenmiyordu, çalmıyordu ama yine de… Utanıyordu… Fakat biliyordu ki, Afganistan’da geçecek bir âna, şu an çöpte yaşamak yeğdir. Kendi ülkesinde yaşamanın kalbe sadece acı vermesi, özlemekten bile korkmak…

Bugünler de geçer mi acep? Geçer Kâsım, neler geçmedi ki… Bak, daha geçen sene buralar boştu. Şimdi yeni inşaatlar, yeni binalar, bitmek bilmeyen siteler, üst üste yığılmış insanlar… Her sene bir şeyler değişiyor, bir şeyler geride kalıyor, bir şeyler yıkılıyor, bir şeyler yapılıyor… Bunlar da geçer. Bu da geçer yâ hû!

Nûr yüzlü şeyhi geldi aklına… O hep söylerdi bunu. En son gök mavisi cübbesi, bembeyaz sarığı içinde tutuklanırken vakur duruşu ve sükûnet dolu bakışlarıyla görmüştü onu… Bakışlarıyla, “Bu da geçecek!” diyordu sanki… Bunlar, yepyeni geleceğin oluşması için gerekli şehâdet tuğlaları… Hayat ne zor! Bir problem çözümünden, bir kâğıt işçisi de sorumlu mudur ki?

Huzur Yolu Sitesi. Bu site yeni yapılmıştı. İsmi de ne güzel: “Huzur Yolu”… Umutlu bir isim… Acaba binadakiler için de bir huzur yolu muydu? Bu çöp, herhalde o siteye ait. Çöpün içinde dikkatini çeken değişik isimlerde gıda çöpleri vardı. Geçen gün arkadaşlarından birine sormuştu hattâ, “Bunlar ne?” diye... Probiyotik yoğurtlar, müsli… Böyle değişik değişik bir sürü şey… Meğer sağlıklı bir hayat içinmiş onlar…

“-Hey kurban olduğum Allâh’ım! Eskiden insanlar basit, sade ve normal yaşarlardı. Şimdi her yerde herkes bir uzman olmuş sanki... Ortalık ölüm, kıyamet, fecaat haberleriyle dolmuş; insanlar da kurtuluş için birbirlerine koşuşup duruyorlar. Anasının dediği gibi, çözüm gayet basit; “Pis nefsi tutacaksın!” Daha neler göreceğiz, neler neler çıkaracaklar kim bilir? Aman Kâsım, sana fikrini soran mı var? Ölüp gitsen kimsenin haberi yok. Sahi, insanlığı daha sağlıklı hâle getirmenin de bir yolu var mı? Onunla ilgili niye bir şeyler üretip îlan etmiyorlar ki bilboardlarda…

Koskoca sitenin çöpü, ama bir kâğıt da yok, yahu! Bakayım şu kola şişesinin yanında var mı bir şeyler? Birden aklına geldi. Geçen cuma namazı çıkışında bir kâğıt dağıtmışlardı. Kola içenler, Filistin’de bir kurşunun parasını mı ödüyormuş, neymiş? İnsanlar o kurşunlar kulaklarının dibinden vızıldamadan anlamazlar onu arkadaş! O kadar tafsilâta giremez insanlar… Ama kendilerini inceden inceye yoklarlar. İnsanoğlu savaşı görmeden bilemez. Hâlbuki bir kere sorsalar bana meselâ... Neler anlatırdım onlara… Ki bir daha keyifli keyifli, onun stilini bunun stilini izleyemezlerdi bile.”

Elleriyle köşeleri yoklarken eline yumuşak, plastik bir şeyler değdi. Dur, aman şu köşede gördüğüm bir eldiven mi yoksa?! Evet, turuncu parlak bir iş eldiveni… Yav niye atmışlar ki bunu? Demek ki yenisini almış. Hey büyük Allâh’ım, rızkım buradaymış demek. Ben şimdi bunu evde yıkar paklarım, kullanırım bunu… Bu sitenin sâkinlerini bilemem, ama bu çöp sanki bana bir huzur yolu olacak gibi.

Şimdi sıra şu yandaki konteynerde. Bakalım buradan neler çıkacak. Kırık bardak çanak var bir sürü. Deprem mi oldu ne? Ya da bir şeyler devrilmiş. Kesin kadınlar nazar çıktı demişlerdir. Buranın halkının da her şeyi iyiye yoran bir tavrı var. Bakayım, şurada da bir kalem kutusu... Eskimiş, ama işe yarar; küçük kıza lâzım olur ileride... Arkadaş insan meyveyi yiyip yarımını atar mı ya! İsraf, ne zamandan beri bir müslüman âdeti oldu? Anam, bacıma elmayı ince ince soydururdu. En çok da bu yüzden çıkışırdı Lara’ya… “Yarısı gitti elmanın!” diye söylenir dururdu. Şimdi burada olsa da söylense keşke yine… Hattâ bütün bu müsriflere söylense, kapı kapı dolaşıp söylense... Anam -evelallah- dolanırdı bütün kapıları... Bir burada olaydı. Şimdi kabri sağlam kaldı mı acaba? Rûhuna bir Fâtiha okumalı... Fâtihalar yollandıktan sonra her nereyse mekânı aydınlanır elbet…

Kılığına, kıyafetinin kirine pasına bakmadan okumaya başladı. Abdestliydi çok şükür. Kim bilir onu gören kişiler müslümanlığından bile şüphe ediyorlardı. Acaba iç âlem, dış kıyafeti olsaydı, kaç kişi bir kâğıt işçisinden daha kılıksız olurdu? Fâtiha ile dudakları kıpırdarken gözüne bir şey takıldı.

“-O da ne! Bir çuval kâğıt! Tam bir hazine! Bundan iyi para çıkar, kesin… Torba torba atın işte böyle, işimizi kolaylaştırın. Hemen koyayım arabaya. Amma da ağırmış ha! Ne var bunun içinde yahu! Ansiklopedi mi ne! Ha gayret! Amanın, elimden kayıyor!”

Derken bütün sokak bembeyaz kâğıtlarla doldu. “Allâh’ım, ekmek param yerlere saçıldı.” diyerek eğildi ve büyük bir hızla kâğıtları toplamaya başladı. Ne olduklarına bakmadan toplayıp kucağına dolduruyordu ki, bir şey fark etti. Kitap ciltleri... Bu kâğıtlar, ciltli bir kitabın kopmuş sayfalarıydı. Görünüşünden antika bir şey olduğu belliydi. Eski bir kitabın eski sayfaları… Bunların çok para edebileceğini duymuştu. Eve gidip bunları birleştirse… İyi fikir! Zaten cildin içinde kalan sayfalar da vardı.

“Şu yerdekileri de aldıktan sonra biraz daha iş yapıp akşam olmadan eve gideyim. Bu kitap belki birkaç güne bedel kazanç sağlayacak.” diye düşünüp yük arabasını yüklendi ve tekrar yola düştü siluet.

Bu eski kitabın sandığından daha farklı şeylere yol açacağını bilmeden sevinçle adımlamaya başladı sokakları... Çöpler eskisi gibi kokmuyordu sanki... Ve insanlar ona eskisi gibi bakmıyordu. İnsan gibi bakıyorlardı biraz daha…

* * *

“-Hoş geldin!”

“-Hoş bulduk!”

Reyhâne, oyalı tülbentinden çıkan perçemlerinin gölgelediği, iri kahverengi gözlerini efendisinin üzerinde gezdirdi.

“-Bey, ben sana temiz kıyafet getireyim.”

Kâsım kendisini bir yere değdirmemeye çalışarak kapının önünde bekliyordu. Reyhâne yumuşak huylu, nâzik bir hatun, ama çok da titiz... Kendisine özel olarak serdiği muşambanın üzerinde kımıldanırken, çuvalı da yavaşça yere koydu.

“-İyi ki bitlenmiyorum, yoksa Reyhâne beni tevbe, eve almaz. Allah koruyor.” diye düşündü.

Reyhâne, elinde temiz kıyafetlerle geldi. Ne de çok seviyor beyini... Bakışlarıyla bütün kiri-pası siliyor gözlerinden… Elindeki kıyafetleri de ne yapıyor ediyor eskitmiyor. Tam bir Afgan kızı... Becerikli, maharetli, çalışkan… Önce sabun ve havluyu verip banyoyu işaret etti. Onun önünde sanki küçük bir çocuk gibi hissediyor bazen kendini…

“-Bir kadın isterse bulunduğu her yeri güzelleştiriyor, dışarısı bir çöplük olsa da ev bir cennet oluyor insana!..” dedi içinden.

Üstünü giyindikten sonra lavanta kokulu kıyafetlerin verdiği yarı baygınlıkla içeri girerken kızlarının cıvıldamasını duydu. Komşuların eskisi olduğu belli olan kıyafetlerle koşuyorlardı odada... Babalarını görünce kucağına atladılar. Omzuna gömülmüş iki güzel başı okşamakla dinleniyordu. Biri iki, diğeri dört yaşında olan bu cennet kokuluların daha dünyadan haberleri yoktu. Yarı Peştuca, yarı Türkçe babalarına günlerini anlatıyorlar, televizyonda gördükleri bir oyuncağı alıp alamayacağını soruyorlardı. Elinden gelse değil oyuncak dünyaları onların önüne sererdi. Ama işte okul vakti yaklaşıyordu. Lara’nın okula başlaması lâzımdı. Daha bir kimliği bile yoktu.

“-Yakın zamanda verirler.” demişti arkadaşı Perviz.

O da geleli beş yılı geçmişti. Belirsizlik, hepsinin hayat tarzı olmuştu. Okula başlasa bile babasının işini soranlara ne cevap verecekti Lara... Âh, postallar altında çiğnenmiş hayatları! İnandıkları, îman ettikleri Allâh’ın istediği düzen bu değildi. Ömrü kâğıt toplayarak da geçse varlığını sâlih ve sâlihalar yetiştirmeye adayacağına yemin etti.

Reyhâne sesleniyor içeriden...

“-Yemek hazır!”

Kokulardan belli ki kuru fasulye yapmış. Bu Türk yemeğini çok sevmişlerdi. Hem maliyetli değil, hem besleyici, hem lezzetli…

“-Hadi kızlar, ananızı bekletmeyin!” diye kızlarına seslendi.

Yemekten sonra şu çuvalı dökmeli, diye düşündü sofraya otururken... Kaşığını yemeğe daldırırken de, Reyhâne’nin tatlı tebessümlerine karşılık verirken de aklı hep çuvaldaydı. Sanki bütün geleceği çuvalda imiş gibi bir his…

“Allâhu ekber Allâhu ekber!”

Namaz vakti ne çabuk gelmişti. Hamd ile sofradan kalktı.

“-Ben camiye gidiyorum, Reyhâne. Aman çocuklar çuvala dokunmasın. Bu sefer belli ki kıymetli bir şeyler var.”

“-Tamam, bey.”

Lara, elinden geldiğince annesine yardım ederken Gülbibi acemi adımlarla babasının peşinden koşuyordu. İkinci kıza anasının ismini vermişlerdi. İlk kıza da bir kazâ kurşunu ile kaybettikleri bacısı Lara’nın ismini… Gülbibi, anası gibi hamarat… Mücâhide ve sağlam bir hatun olacak gibi, onun gibi de muhabbetli…. Lara ise yardımsever ve şefkatli… Halası gibi. Afganistan için “erkekler ülkesi” denir, ama hatunları mı ihyâ edecek acep, bu yiğit kadınların kutlu duyguları mı ayağa kaldıracak ülkelerini... Bugün içine dolan ne de çok duygu var.

Oldum olası duygusal adamdın be Kâsım! Hadi yürü yürü, imama yetişmeye bak!

“-Reyhâne, alın Gülbibi’yi kapıdan, peşimi bırakmıyor!” diye hanımına seslendi.

Gülbibi’nin ağıdının üzerine demir kapı kapandı. İçeriden annesinin avutmaları geliyordu.

“-Allâh’ım, âilem sana emanet!” diye Rabbine münâcaat edip adımlarını sıklaştırdı Kâsım.

“Ente Mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn!”

“Âmîn!” nidâsı geldi usulca… Câmi şöyle böyle doluydu. Türklerin câmilerini öksüz bırakışı garibine gidiyordu Kâsım’ın. Daha garibine giden pek çok şey de vardı. Ama en çok bu… “Hayra alâmet değil.” diye düşündü. Câmide buluşmayan genç delikanlıları kurtlar alır götürür. Bu kadar ferah ve refah içindeki bir İslâm ülkesinin daha uyanık, daha şuurlu olması lâzım. Ama sanki halk, dinin kolay gelen yönlerine sıkı sıkı sarılmış, zor yönlerinden kaçıyor gibi…

“-Hayra alamet değil!” dedi yine Kâsım.

Hadi halk böyle, ya din adamları ne yapıyor? Müslüman aydınlar, öğretmenler nerede? İmkânı olsaydı öğretmen olurdu. Öğrencilerini sımsıkı tutardı ellerinden, gönüllerinden… İyi yetişsinler de sen-ben davasından ülkeyi gâvura kaptırmasınlar diye... İmamlar da önemli. Bak, bu câminin imamı işini îtinayla yapıyor. Câmiye o yüzden gençler de geliyor. İmam iyi olursa mahalle, öğretmen iyi olursa nesil kurtulur. Ümmet-i Muhammed’in gençlerini iyi tutmak lâzım. Bir anda câmide sadece kendisinin kaldığını fark etti. Cemaat tamamen boşaltmış mıydı câmiyi?

“-İyice dalgın bir adam oldun, Kâsım! Sanki ümmet-i Muhammed’in gençlerini Allah sana mı soracak! A-ha şu imama soracak!. İmama da diyeyim bu lafları!” diyerek ayaklandı.

Niye böyle öfkeliydi bu konuda? Sokaklarda yıllardan beri gördüğü şeylerin üzerine, herhalde şu geçen gün gördüğü genç kızla delikanlının hâli son damla olmuştu. Hiç anası-babası yok muydu bu çocukların? Gerçi ümmetin babası yok ki, gençlik ne yapsın? Babasız ümmet! İşte Afganistan, işte Türkiye…

Diyeceklerimden vazgeçerim korkusuyla hızlı adımlarla imamın odasına yaklaşırken bazı sesler duydu. Ağlama sesleri miydi bunlar? İçeriden geliyordu. Belli, bir delikanlıydı ağlayan... Kırık dökük cümleleri, ağlayışı sanki bir feryat… Durdu Kâsım. Ne yapacağına bir an karar veremedi. Fakat sonra zaten dışarı taşıp dökülen konuşmalara gayr-i ihtiyarî kulak kabarttı.

“-Kafam çok karışık, hocam. Belki bu câmiye son gelişim, affedin beni… Tamam, biliyorum apaçık belli, Allah var! Ama İslâm, müslümanlar… Anlatılanla yaşanılan o kadar başka ki… Madem bu kadar güzel bir din, niye müslümanlar bu kadar yanlışın içinde? Bilmiyorum ki, belki dinin kendisi yanlış...”

“-Ne diyorsun Enes? Muhammed Enes? Küçüklüğünden beri bilirim ben seni... Biliyorum, hem ailende, hem çevrende hazmedemediğin şeylerle karşılaştın. Annenle babanın ayrılması da sana çok tesir etti, belli. Elbette, bu dini yaşayan, ay gibi pırıl pırıl insanlar da var.

“-Hayır, hocam; anlamıyorsunuz beni? Sadece boşanmaları değil mesele… Sohbetlerde, derslerde, hutbelerde en çok geçen mesele ne? Samimiyet, ihlâs… Ben ne annemde, ne babamda dinin samimiyetini göremedim. Dürüst değildiler, ne birbirlerine karşı, ne başkalarına karşı… Sonra herkes eteklerindeki taşları dökünce… Ortaya çıkan manzaranın çirkinliği… Dillerde bu kadar güzel söz varken kalpler niye bu kadar çirkin… İşte ben bunu anlayamıyorum.

İslâm’ı terk etsem, İslâm’dan uzak olanların hâli felâket… Kafam öyle karışık ki… Bugün ne yaptım biliyor musunuz? Evdeki bütün dînî kitapları attım. Çuvala koydum, attım. Babam deliye döndü âdeta! Ama biliyor musunuz, ilk defa hiçbir şey yapmadı. Ne hakaret, ne küslük… Sadece oturdu sessizce. Uzun uzun düşündü. En son bıraktığımda ağlıyordu. İşte şimdi buradayım. Bir dönemecin kıyısında…”

“-Dur hele. Bir soluklan. Demek çuvala koyup attın evlâdım! Onlar senin dedenin kütüphanesinden kalmaydı. Merhum, âh ne çok severdi onları... Allah vere de çöpçüler götürmemiş olsalar!..”

Kâsım kapıyı hafifçe araladı. Karşısında Kâbe ve etrafında tavaf eden hacıların resmedildiği bir tablo… Tablonun altında, ellerini başının arasına almış, titreyen bir genç... Belli ki bir buhran geçiriyor. Üzerindeki lacivert ceket, gri pantolon; yanına atılıvermiş duran, üzeri çeşitli rozetlerle dolu çantadan anlaşılan o ki; delikanlı lise talebesi… Arada yüzünün terini siliyor, sonra oturduğu koltuğun yeşil kadife örtüsünü sıkıyor. İmam ayağa kalkmış, elinde kolonya… Hüseyin Hoca’nın yüzü çok düşünceli… Alnının çizgileri belirginleşmiş. Konuşmaya başlıyor gençle. Ama faydası yok. Genci düştüğü kuyudan çıkaracak başka bir el, tanınmadık bir sîmâ lâzım. Genç, alışılmışın dışına çıkmak istiyor.

Kâsım düşünüyor, ne yapmalı? Belli ki bahsedilen kitaplar, kendisinin bulduğu kitaplar... Ama nasıl demeli, nasıl içeri girmeli? Dalgınlıktan mı, yoksa kaderin bir cilvesi olarak mı bilinmez, Kâsım kendini kapıyı ittirirken buldu. Kapı gıcırtıyla açıldı. İmam karşısında Kâsım’ı görünce şaşkınlıkla ayağa kalktı. Kâsım’ın ağzından ise zar zor şu kelimeler dökülebildi:

“-Kitaplar bende…”

Delikanlı da ayaklandı birden... En çaresiz hâlinde böyle yakalanmış olmak hoşuna gitmemişti elbette. Kâsım, şimdi delikanlıyı daha net görebiliyordu. Çakmak çakmak kara gözleriyle kendisine tedirgin ve kızgın bakan, sakalları yeni bitmiş karayağız bir delikanlı… Temiz bir çehre, ağlamaktan kızarmış gözler ve burun, inat alâmeti dik saçlar… Kendi gençliğini hatırladı birden... İmam, onu tabureye buyur ettiyse de o kabul etmedi. Mültecî olduğunu belli eden bir Türkçeyle konuşmaya başladı:

“-Delikanlı! Takdîr-i ilahî, sen ve ben burada, bu an denk geldik. Ben bir kâğıt işçisiyim. Sabah çuvala koyup attığın kitaplar, şu anda bizim evde duruyor. Yarın onları sahafa götürüp satmayı düşünüyordum. Ama belli ki senin bu kitaplara benden daha çok ihtiyacın var. Hocam, isterseniz gelin misafirim olun. Çayı bizde içeriz. Hem bakalım o kâğıtlarda neler var. Yıllardır İslâm’ı kılıklardan öğrenen bu delikanlı, biraz da kâğıtlara baksın bakalım.”

Enes, tereddütle İmam’a baktı. İmam ise, yıllardır caminin müdâvimi olan bu adama uzaklığına ve bu adamın Allâh’a yakınlığına duyduğu şaşkınlıkla bakakalmıştı. Adam güven veriyordu. Enes’e onaylayan bir bakışla baktı. Sonra dönüp:

“-Peki, sohbete sizde devam ederiz.” dedi.

Kâsım’ın sevinçten âdeta ayakları yerden kesildi. Reyhâne, onlara şimdi güzel bir çay demlerdi. Gerisi, Allah ne verdiyse…

Hüseyin Hoca, câminin kapısını kilitledikten sonra her zaman yaptığı gibi gökyüzüne baktı. Simsiyah gecede ay dolunaydı. Havayı ve ayı içine çekti. Hafif yağmur çiseliyordu. Sonra sokak lambasından süzülen ışığın altında, ellerini soluk mavi montunun ceplerine sokmuş hafifçe titreyen Kâsım’a baktı.

35 yaşlarında bile olmayan, ama sîmasında yılların izi saklı bu samimi Afgan’ın sevinçten içi içine sığmıyordu. Bir yandan da yokluğun getirdiği bir ürkeklikle kaçamak bakışlarla misafirlerini kolaçan edişi, yürek burkuyordu. İmam’ın içi sızladı. Biliyordu bu adamı, onun yalnızlığını biliyordu. Ama, âh ertelemek… Nasıl bir gaflet! Kendisinin ona açmadığı kapıyı, şimdi o kendisine açacaktı. “Bu vicdan azabı da bana yeter!” diye düşündü. Enes’e bu garibanın nasıl bir faydası dokunacaktı? Kâsım, çocuksu parıltılarla dolu gözlerini önce Enes’in sonra imamın gözlerine dikti. İmam:

“-Hadi, gidelim o zaman!” dedi.

Kâsım, sevinçle önden yürüyerek yolu gösteriyor, misafirleri soluk soluğa onu takip ediyorlardı. Enes, korktuğu için imama sokulmuştu. Birazdan uzun bir yokuşun sonunda Kâsım’ın evine geldiler. Üç katlı bir binanın yanında sığıntı gibi kalmış, betonarme tek katlı bir evdi. Sırtını üç katlı binaya vermişti, ama apartmanın onu pek kâle aldığı yok gibiydi. Öyle alâkasızdı yani...

İmam, “İstanbul’un rutûbetinde kışın bu evde nasıl ısınır ki bu insancıklar?!” diye düşündü. Kâsım bu sırada zile bastı. Biraz bekledikten sonra kırmızı boyalı demir kapı zorlanarak da olsa açıldı. Kapının gerisinde sarı örtülü bir hanım eliyle buyur işareti yapıp geri çekildi. Bu sırada meraklı iki kız çocuğu kapıda belirmişti bile… Simsiyah saçları uzun siyah kirpiklerle çevrili siyah gözlerine dökülen bu ay parçaları, evlerine misafir gelişinin gururuyla alttan alttan gülüyorlardı.

İçeri geçtiler. Ev buz gibiydi. Enes’in zihninde dağ gibi büyüyen dertleri uçup gitmişti. Lisede her gün felsefesini yaptığı acıyla, şimdi burun buruna idi. Boyaları dökülmüş duvarda asılı bir Kur’ân, bir kalaşnikof ve Hindikuş Dağları’nın resmi olduğunu tahmin ettiği haşmetli yağlıboya bir dağ resmi…

Afganistan’ı okulda tarih hocalarıyla sık sık tartışırlardı. En usturuplu cümleleri kendisi kurar, en akıllıca çözümleri kendisi getirirdi. Ama işte bu acının karşısında dili tutulmuştu. Havadan konuşmak ne kolay diye düşündü.

Kâsım heyecanla onları minderlere buyur ediyor, sırtlarına dayayacakları yastıklar koyuyordu. Ortada bir Afgan kilimi vardı, üzerinde gül desenleri... Kâsım baktıklarını görünce:

“-Hanımım dokumuş bu kilimi. Elinin emeği gözünün nûru diye tâ Afganistan’dan buralara taşıdık aylarca. O yüzden çok değerlidir. Üzerine bastırmayacak neredeyse!..”

Hüseyin Hoca ve Enes gülümsediler, ama içlerinden ağlamak geliyordu. Kâsım’ın kızlarından biri elinde kolonya ile öbürü de şekerle geldiler. Boyunlarını omuzlarına kıstıra kıstıra, utangaç gülüşlerle ikramlarını tuttular. Hüseyin Hoca, bu evdeki hüzün ve neşenin karışımına bir anlam veremiyordu. Ve tatlı bir huzur esintisine… Gündüz kimsenin yüzüne bakmadığı bu adamın evi bambaşkaydı. Bugün latîf hikmetler yağacak belli üzerlerine... Enes’in ihtiyacı olan şok tesirinin yeterince yaşandığı bir dünyadaydılar.

Hüseyin Hoca, Kâsım’la konuşurken Enes odada şaşılacak kadar az eşya bulunduğunu düşündü. “Bu evde bizim evdekinden daha az merasim, daha az şov olduğu kesin!” diye geçirdi içinden… Sanki zihnindeki bütün ağırlıklar kalkıyordu. Zihnini bulandıran bütün fazlalıklar… Kalbi bozan her türlü düşünce… Allâh’ın getirdiği sistem elbette ki güzeldi. Fakat belli ki varlık içindeki müslümanlar, İslâm’ı yaşadıklarını zannederken İslam dışındaki o kadar çok şeyle meşgul oluyorlardı ki; bu özü bozuyorlardı. Şifre, burada çözülmüştü.

Kâsım:

“-Hüseyin Hocam, ben emaneti teslim edeyim.” diyerek ayaklandı. Biraz sonra elinde bir örtü bir de çuvalla geldi. Örtüyü sererken:

“-Güller incinmesin!” diyordu gülerek...

Hüseyin Hoca, hayatında duyduğu en edebî ifade bu gibi hissetti birden... “Güller incinmesin!” Bir erkeğin bir hanıma duyduğu aşkın, sevginin, sadakatin ifadesi olan bu cümle, aslında İslâm’ın özü değil miydi? Kâsım, sonra çuvalın içindekileri yavaşça örtünün üzerine koymaya başladı.

Enes’in gözünün önünden bu sabah onları nasıl bir hışımla kitaplıktan indirdiği ve çuvala doldurduğu geldi. Haklıydı belki… Ama yıkan bir öfkeyle, hıncını ona en zararsız olandan, yani kitaplardan, hatta dininden çıkarmıştı. Ama o yâr-i gâr, işte şimdi gene onu bırakmamıştı.

 İmam, önüne düşen kâğıdı kaldırdı.

“-Hayatü’s-Sahabe değil mi bu? Tabiî ki... Madem neslin sıkıntısı «örnek» sıkıntısı idi, toprağın üstündekilere mi bakmalı tek... Asıl örnekler, toprağın altındaydı.”

Aynı düşüncelerle Enes’in de elindeki bir kâğıdı okuduğunu gördü. Bunca yıldır kütüphanede duran bu kitabın kapağını açmak şimdiye mi nasipti? Şimdi işte şu kitabın bir kâğıdına muhtaçtı.

Gece uzun olacak gibi diye düşündü Kâsım. Odanın içini sahâbe-i kirâmın nefesleri doldurmaya başladı bile... Kimisi dünyayı ellerinin tersiyle itmeleriyle, kimisi canlarını vermeleriyle, kimisi yorulmayan tebessümleriyle, kimisi ilimlerine rağmen tevâzûlarıyla, kimisi her ânı hayır hasenâtla doldurmasıyla… Hüseyin Hoca, bir kâğıdı okuyor, dikkatini çeken bir şeyi Enes’le paylaşıyor, Enes bazen şaşırıp kalıyor, gençlik lisânıyla coşkulu coşkulu elindeki kâğıdı Hüseyin Hoca’ya gösteriyordu.

 O ise sessizce izliyordu onları... Her zaman, her sokakta, her köşe başında her duvar kenarında sessizce herkesi izlediği gibi… Anlatmaya ne gerek vardı ki şimdi hakikatleri. Okusunlar kâğıtlardan… Her kâğıt bir kılık, bir Müslüman kimliği olarak ellerindeydi şimdi... Sanki her kâğıttan bir yıldız çıkıyor ve aydınlatıyordu evlerini.

Reyhâne, çayları sessizce oda kapısının kenarına bıraktı. Kâsım, odanın mânevî neşvesini bozmamaya çalışarak çayları ikram etti. O sırada Enes ve Hüseyin Hoca, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’tan bahsediyorlardı. Mazlûma kucak açışından, adâletinden, heybetinden.... Sonra birden Enes, Kâsım’a döndü:

“-Kâsım Abi, benim babam avukat, biliyor musun? Senin biraz önce bahsettiğin sıkıntılarla ilgili adımlar atılması için elinden geleni yapacağına eminim.”

Hüseyin Hoca, o an elinde tuttuğu kâğıttaki Hazret-i Ömer’in şahsiyetinin kâğıttan çıkıp Enes’in vücuduna büründüğünü gördü sanki… Kâğıtlarda durmaması gereken şahsiyet örnekleri, kılıklar hâlinde sokaklara dökülselerdi, ne kâğıt işçisi kalırdı, ne dolu çöpler, ne mültecî kalırdı, ne insan hakları…

Kâsım, duyduklarına inanamadı. O gündüz bulduğu eldivenlere sevinirken elleri üşümeyecek diye, yüreğini ısıtan hakiki bir müjde vardı şimdi karşısında…

“-Nasıl olacak ki o? Ben hiç anlamam o işlerden...” dedi. Enes:

“-Sen o işi bana bırak, Kâsım Abi! Hallolacak, inşâallâh!”

Çay kaşıkları şakırdarken, sohbet uzayıp giderken, dilerse Hâlik kâğıtları kuluna işçi yaparmış diye düşünmekteydi Reyhâne… Evin en sessiz ve sabırlı silueti… Kucağında uyuyup kalan kızlarının üzerini duâlarıyla örterken dolunay, ışığını yeryüzüne yaymaktaydı.

Dolunay, ışıklarıyla yeryüzünü tararken Kâsım’ın evinin aydınlığını fark edip oraya kilitlendi, umut ettiği nesille ilgili parıltılardı çünkü bunlar...

O gece hiç bilinemedi kim siluetti? Dolunay mı, yıldızlar mı, köşe başında sessizce duran ağaç mı, yoksa kara toprak mı? Bilinen tek şey, o gecenin başrolünde kâğıtlar vardı.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle