Bizim Kapımıza Gelen Boş Çevrilmsin

Ali Ulvi Kurucu Bey’i duymamış, şiirlerinden birini okumamış olanımız yoktur. Gerçekten ömrünün uzunca bir bölümünü Mekke ve Medîne’de, Peygamber Efendimiz’e mücâvir (komşu) olarak geçirmiş büyük bir edîb ve büyük bir âlim… Daha önce kendisinden hâtıralar da bir serî kitap hâlinde yayınlanmıştı. Orada da hangi şartlar altında ve niçin Türkiye’den ayrılmak zorunda oldukları; çocukluk ve gençlik çağlarında karşılaştığı, tanıştığı büyük zâtlarla hâtıraları uzun uzun anlatılmıştı.

Biz de bu röportajımızda, Ali Ulvi Bey’in hanımı Fâtıma ve kızı Sâre Hanım’ın dilinden o günleri, yaşadıkları hayatı ve karşılaştıkları zorlukları dinlemek istedik. Buram buram Mekke-Medîne havası kokan bu âileyi sizlerle tanıştırmak, bizim için de büyük bir şeref… Çünkü onlar, “Rahmân’ın misafirlerini” ağırlayan ev sahipleri olmuşlar. Mekke ve Medîne’ye giden Türklere evlerini, gönüllerini açmışlar. Bazen uykusuz ve yorgun kalmışlar. Üzülmeden, gücenmeden hizmet etmişler. Her türlü insanın gelip gittiği o beldelerde, yüzlerini ekşitmeden, yüksünmeden insanlara, “Allah için” kucak açmışlar, hizmet etmişler. Bundan yetmiş-seksen yıl öncesinin şartlarını, o günkü insanların din uğruna çektikleri çileleri daha iyi anlamaya vesîle olması ümidiyle… Buyurun, Medîne Hatıraları dinlemeye…

 

Ali Ulvi Bey’in hanımı, Fatma Hanım

 

Fatma Hanım, İslâm’ın Türkiye’de yaşanmasının zor olduğu zamanlarda Ali Ulvi Bey, henüz on altı yaşındayken âilesi ile birlikte hicret etmişler. Sizin âileniz de siz çok küçükken hicret etmişler. Âileniz, bu hicreti nasıl yaptıklarını anlatır mıydı?

 Evet, anlatılırdı. Biz o zor günleri hiç görmedik. Ben buradan gittiğimde annemin kucağında gitmişim. O yüzden o günleri hatırlamıyorum. Annem, o hicret esnasında yolda vefat etmiş.  Annemi hiç tanımadım.

Babam da buradan gençken sürgün olarak gitmiş. Ben Medîne’de büyüdüm. Türkiye’ye ilk defa geldiğimde yirmi beş yaşındaydım. Bir ay kadar kaldık, tekrar Medine’ye döndük.

Ali Ulvi Bey de Türkiye’deki sıkıntılar sebebiyle, âilesi ile birlikte Arabistan’a gelmiş. Önce hac yapmış, sonra Cidde’ye geçmiş. Oradan da ilim için Mısır’a gitmiş. Âilesi de Medîne’ye hicret etmiş. Ali Ulvi Bey, babası vefat edince Medîne’ye, âilesinin yanına gelmiş. Bir daha da Mısır’a dönmemiş.

Türkiye’den bir gecede hicret etmişler. Allah nasip edince olmazlar oluyor. Ama hicret kolay değil!.. Hicret büyük imtihandır. İnsanlar hicret ettiği zaman başını soktukları evlerde hurmadan başka hiçbir şey yoktu. Ne bir tek eşya, ne de yiyecek… Çok büyük mahrumiyet vardı. Meselâ her evde bir kuyu vardı. O kuyudan su çekilir ve o su kullanılırdı. İçecek su çok azdı. Ekmek çok zor bulunurdu, o da kum içindeydi. Medîne’nin kendine göre sebzesi vardı. Ekilip dikilirdi. Ama meyve yoktu.

Babam bir saatin içinde hazırlanıp Türkiye’den çıkıyor. Konya’dan Beyrut’a kadar yalnız başına yürüyerek gitmiş. Oradan Mekke ve Medîne’ye Şeyhülislam, Âbidin Efendi, Ziya Efendi ile beraber gidiyorlar. Bir müddet Mekke ve Medîne’de kalıyor. Sonra tekrar Lübnan’a dönüyor. Babamın mesleği marangozluktu. Beyrut’ta bir takunya dükkânı açıyor.

Annemin amcası, babamı camiye gidip gelirken görüyor, tanıyor ve oradan seviyor. Babam Arapça bilmezmiş. Annemin amcası da Türkçe bilmiyor. Nasıl olduysa anlaşıyorlar işte… Annemin de babası daha önceden vefat etmiş olduğundan amcası, yeğenini sahiplenmiş ve camiye gidip gelirken tanıdığı bu gençle annemi evlendirmiş.

Sonra babam Türkiye’de bir af kanunu çıktığını öğreniyor. Babam, annemi de alıp İstanbul’a, Erenköy’e geliyor. Birkaç yıl burada yaşıyorlar. Bu yıllarda üç oğulları ile ben dünyaya gelmişim. Abilerim okula başlıyorlar. Babam, bir gün okuldan dönen ağabeylerime:

“-Okulda ne okuyor, ne öğreniyorsunuz?” diye soruyor.

Ağabeyim:

“-Bugün hoca bize, ben şimdi sınıftan çıkayım. Siz beni içerden çağırın, geleyim!” dedi.

Kendisi çıktı, öğrenciler seslendi ve öğretmenimiz de içeri girdi. Sonra öğretmenimiz:

“-Şimdi de Allâh’ı çağırın, eğer varsa o da içeri gelir!” dedi.

Ağabeyim bu şekilde olup bitenleri anlatınca, babam okulda dinsiz bir nesil yetiştirilecek endişesiyle:

“-Tamam, şu andan itibaren okula gitmek yok!” diyor.

Okuldan müfettişler geliyor. “Niye çocuklarınızı okula göndermiyorsunuz?” diye sorup ceza kesiyorlar. Bunun üzerine babam bizi alıyor ve âilece Suriye’ye hicret ediyoruz. Ben bebekmişim o zaman... Oradan Medîne’ye geçerken annem hâmileymiş, Lübnan’da vefat ediyor. Babam bizi alıyor ve Medîne’ye götürüyor.

Tabiî, babam, dört çocukla büyük sıkıntı içinde hicret ediyor. Hiç Arapça bilmiyor, tanıdığı kimse yok. Oranın iklimi ve hayat tarzı buradan çok farklı... O zaman Suudî Arabistan çok mahrumiyet içinde... Beni bir hanıma bir yıllığına veriyorlar. Daha sonra babam Adapazarı’ndan hicret eden bir âilenin kızı ile evleniyor. Böylece Medîne’de normal hayatımız başlıyor. Âile hayatı nedir, biz ondan sonra görmüş olduk.

 Babamın evlendiği anneliğimiz, çok iyi bir insandı. Bize iyi baktı, elhamdülillah! Anneliğimizin babasının hicret etme sebebi de Arapça ezan okumak… Türkiye’de ezanın Türkçe okunmasının emredildiği yıllarda, o Arapça olarak ezan okuduğu için uzun müddet hapiste kalmış. Hapisten çıkınca da âilesini alıp hicret etmiş.

Biz küçükken hicret edenler çok olurdu. Her hicret edenin de birbirinden farklı, ağır imtihanları olurdu. Bazen bu ağır imtihanlara katlanamayıp geri dönenler de bulunurdu. Kayınvalidem anlatmıştı; onlarla hicret eden bir âile dayanamayıp dönmüş. Babam ve anneliğimizin âilesi; bir daha dönmemek için pasaportlarını yırtıp atmışlar.

Yine bir akrabamız, üç çocuk, karı-koca hicret ediyorlar. Şimdiki gibi araba veya uçakla değil. Bu hicretlerin hepsi vapurla veya deve sırtında… Geliyorlar, çok sıkıntılar çekiyorlar. Geldikten bir-iki ay sonra kadının kocası vefat ediyor. Kadın bir başına üç çocukla yapayalnız kalıyor. Çocuklar küçük, hanım genç, eldeki para bitmiş, dil bilmiyor, akraba yok… Kime ne desin, ne yapsın bu hanım?

Arnavutluk’tan hicret eden Şaban Efendi vardı, Allah rahmet eylesin, o onlara yardım ederdi. Hanım, bir gün Şaban Efendi’ye:

“-Bana yardım edin, ben Türkiye’ye tekrar döneyim!” diyor.

Şaban Efendi, “Tamam” deyip devecileri buluyor ve yol hazırlıkları yapıyorlar. Ertesi günü deveciler gelecek, yola çıkılacak. Allâh’ın hikmeti, sabah gelip bir bakıyorlar ki, hanım gece vefat etmiş. İnnâ lillâh… Hicretin imtihanı işte... Hanımı defnediyorlar. Üç çocuk ortada kalıyor. Çocukları da oradaki âileler birer birer evlerine alıp büyütüyorlar.

Görüldüğü gibi hicret, her devirde zor! O zor zamanların imtihanı; hicret edip edememek, şimdinin imtihanı daha başka… Yine en selametli bir şekilde bizim âilelerimiz hicret etmişler. Yollarda ölen kaybolan olmamış ama çok fedâkârlıklar yapmışlar.

 

Peygamber Efendimiz’e mücavirliğiniz (komşuluğunuz) müddetince, kıymetli insanları evinizde ağırladınız. Misafirlerinizle ilgili hâtıralarınızdan birkaçını bizimle paylaşır mısınız?

Şimdi, eskisi gibi güzel kıymetli insanlar kalmadı, deniyor. Bence şimdi de güzel insanlar var. Eskiye nazaran tabiî daha az, ama olsun, yine de var, elhamdülillah! Eskiden mahrumiyet çoktu. İnsanlar istese de kötülük yapma imkânı bulamıyordu. Şimdi ise insan nefsini meşgul edecek çok şeyler var. Bu kadar çok nimetin içinde yetişen güzel insan da var elhamdülillah! Ümidi kesmeyelim.

Rahmetli Ali Ulvi Bey derdi ki:

“-Bu fitneler, katliâmlar sadece bugün değil, dünya kurulduğu günden beri var. Biliyorsunuz, bu dünyaya iki insan geldi. Âdem -aleyhisselâm- ve Havva Anamız… Onların da çocukları oldu. Hâbil ve Kâbil; koca dünyayı paylaşamadılar da birisi diğerini öldürdü. Yani şeytan var olduğu müddetçe bu fitneler, kötülükler olacak. Yetişen gençlik güzel geliyor, elhamdülillah!

Türkiye’ye geldiğimizde Ali Ulvi Bey’in ziyaretine en çok gençler gelirdi. Küçücük salonumuz vardı. O salona sığabilmek için kanepeleri üst üste yığarlar ve o küçücük odaya sıkışıp otururlar ve saatlerce başlarına kuş konmuş gibi kıpırdamadan Ali Ulvi Bey’in sohbetlerini dinlerlerdi. Sonra onlar gidince:

“-Yâhu bu gençlerin nefislerini eğlendirecek çok şey var. Benim gibi bir ihtiyarda ne buluyorlar ki, bu kadar dinliyorlar!..” diye tevâzu gösterirdi.

Müslümanlar olarak bir kabahatimiz var. Meselâ kendisi, çoluk-çocuğu namazında, tesettüründe… Karşısındaki insan öyle değilse, hemen onu hakîr görmeye veya istihzâ etmeye başlıyor. Bu çok yanlış!. Müslüman, müslüman kardeşini hakîr görmemeli… Bilakis onlara duâ etmeliyiz. Herkesin yetiştiği ortam, aldığı eğitim ve âile çevresi farklı… Biz sadece neticeye bakıyoruz. O şahıs, hangi şartlardan oraya gelmiş; hiç düşünmüyoruz. Diğer taraftan onun yerinde sen olabilirdin. Allâh’ın ikramı, sen o işten uzak olmuşsun. Belki o senden Allâh’ın katında daha iyi olabilir, tevbe edip seni geçebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimizin “dilediğine azâb edeceği, dilediğini de affedeceği” (Bkz: Âl-i İmrân, 129) bildiriliyor.

Evimize o kadar çok misafir geldi ki, hangi birini anlatayım. Aynı anda kırk kişi birden geldiği olurdu. Meselâ Doktor Hümeyra Öktem Abla, öyle büyük gruplarla gelirdi. İnşâallah, gelen her misafirlerimizi rahat ettirmişizdir.

Hac zamanları şimdiki gibi oteller yoktu. Gelen hacı Arapça bilmez, kimseyi tanımaz. O yüzden bizim eve çok gelen olurdu. Özellikle Millî Selamet Partisi zamanında, devlet erkânından çok gelen olurdu. Rahat ederlerdi. Aslında o kadar kalabalıkta rahat etmezlerdi, ama mecburiyet var. Başka gidecek yer yok, o şartlar içinde rahat ederlerdi.

Evimizde misafirler istif hâlinde kalırlardı. Meselâ bir odada on beş kişi yatardı. Yere sünger minderleri koyardık, herkes yan yana yatardı. Bir odada kadınlar, bir odada erkekler… Evimiz de fazla büyük değildi, üç oda bir salon…

Kadınların kafile sorumlusu Doktor Hümeyra Abla, erkeklerinki de Osman Çataklı’ydı. Tabiî uzun yol geldikleri için yanlarında çok erzak getirirlerdi.

Bir defasında Abim geldi.

“-Fatma, yirmi yedi araba geldik. Kafile aç, hepimiz oruçluyuz. Bize iftar hazırla, kardeşim.” dedi.

İkindi vakti çıkmak üzere geldiler. Allah yardım ediyordu herhâlde… Şimdi düşünüyorum, nasıl yetiştirdim diye aklım almıyor. Çorba yaptım bir tencere, bir de karnıyarık… Ama nasıl yetti o yemekler, hiç hatırlamıyorum. Hiç kimse aç kalmıyordu, Allah bereketini veriyordu demek ki... Şimdi olsa insanda mutlakâ bir telâş olurdu. O zaman telâş da olmuyordu. Elhamdülillah, gençlik vardı, âfiyet vardı, çok şükür…

Doktor ablanın kafilesi kırk kişi olurdu, bir otobüs olarak gelirlerdi. Büyük tencere ile çorba yapardım. Misafirler için de dâvet yoktu, ne olursa o ikram edilirdi. Misafiri abartılı sofralarla ikram edeceğim diye misafirden ürkülmezdi. Misafir de bilirdi, ev sahibi de… Kimse kimseye mânen yük olmazdı. Hâlen böyle insanlar var, elhamdülillah! Kızımın görümcesi de böyle çok misafir ağırlar, ama kendini kasmaz. Allah ne verdiyse onu ikram eder. Misal evinde sadece bisküvi ve tarhana çorbası var; seve seve bunları ikram eder. Uyumlu uyumsuz demez. O da yiyene şifâ olur.

Şimdi her şey çok bol, o zamanlar öyle değildi. Çok su sıkıntımız olurdu. Elhamdülillah, geçti gitti o zorluklar… Allah ecrini ihsân etsin.

Bizimkine buraya geldiğimizde herkes:

“-Bize duâ edin, duâ edin!” derlerdi. O da duâ ederken:

“-Men evsâne vestevsâne bi’dduâi’l-hayr («Bize duâ et!» diye duâ isteyen herkesi, hayır duâsıyla emanet ettim.)” derdi.

Hakikaten hepimiz duâya muhtacız. Duâ ederken herkesi teker teker saymaya imkân yok. Meselâ “Ettehıyyâtü”de “ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” diyoruz, bütün müslümanlara duâ ediyoruz. Duâlarımızda bile müştereğiz, elhamdülillah.

 

Medîne’de mücâvir olarak nasıl imtihanlarınız oldu?

 Evimde seccade serip iki rekât namaz kılayım desem, namaz kılacak yerimiz olmazdı. Geceleyin hanımlar, benim yatak odamın kapısını çalarlar:

“-Hacı Ali Ulvi Bey, sen kalk çık odadan… Biraz da biz yatalım!” derlerdi.

Bizim efendi kalkar giyinir, hiç sesini çıkarmadan kütüphaneye giderdi. Kütüphanesinde yatıp dinlenebiliyor muydu, onu bilmiyorum. Hiç soracak fırsat olmadı. O çıkınca hanımlar bizim odamıza gelip yatarlardı. Beş-altı kişinin benimle yatak odamda yattığını bilirim. Yani ne yapsınlar, nereye gidip yatsınlar? Ne otel var, ne ev var, ne mescid bunun için müsait!.. O gün yokluktu. O çaresizlikle böyle hayat yaşandı.

Biz o zaman bu hayat tarzını normal kabul etmiştik. “Bizim evin tarzı bu!” deyip kabullenmiştik. Medîne’deki Türk âilelerin çoğu böyle bir hayat yaşardı.

Ali Ulvi Bey, yardım etmeyi çok severdi. Bir gün teravihten, teheccüdden geldiler. Yatıp dinlenmesi lâzım, sabah da işe gidecek... Gecenin o vaktinde kapı çalındı. Ben:

 “-Kim o?” dedim.

“-Hocamı çağırın.” dediler.

Hiç yatağa uzanamadan indi aşağıya:

“-Hayırdır, ne oldu?” dedi. Adam:

“-Ben arabamı nereye park ettiğimi unuttum, arabamı bulamıyorum. Bana yardım et, arabayı bulalım!” dedi. Ali Ulvi Bey:

“-Tamam, arayalım!” dedi. Onunla gitti.

Onun hayatında hiç kimseye “Hayır, olmaz!” demek yoktu.

Gittiler, üç saat aradılar. İşin tuhafı, Ali Ulvi Bey hiç araba kullanmaz, arabalardan da hiç anlamazdı. Sabahleyin geldi, “Arabayı bulamadık!” dedi.

“-Peki, ne yaptınız?” dedim. Arabanın sahibine:

“-Sen şimdi Ravza’ya git, iki rekât namaz kıl! Hâlini arz et, arabanı bulursun inşâallah!” dedim.

Sonra kendisi yarım saat kadar dinlenip kütüphaneye gitti. Akşam sordum:

“-Ne oldu, araba bulundu mu?” dedim. Hiç sinirlenme yok, gayet sâkin:

“-Evet, bulmuş!” dedi.

Kızım Sâre’lerin Almanya’dan hicret ettikleri zamanlardı. Oturdukları ev de biraz uzaktı. Yine Ramazan ayı idi. Sabah namazından sonra tam istirahat zamanı kapı çalındı. Bizim bey çıktı:

 “-Hayırdır, ne oldu?” diye sordu. Adam:

“-Ayak parmağımda çıban çıktı. Sizin damat Doktor Hayrettin gelsin, baksın.” dedi.

O zaman da Doktor Hayrettin, Medîne Devlet Hastanesi’nde çalışıyor; bir-iki saat sonra zaten hastanede olacak.

Ali Ulvi Bey bana dedi ki:

“-Doktor Hayrettin’e telefon et, gelsin, hastaya baksın.”

Ben, “Peki.” dedim, ama benim ilk defa âsâbım bozuldu. Ona bir şey demedim. Telefon ettim, küçük torun çıktı.

“-Oğlum, babanı telefona çağır!” dedim.

Çocuk, telefonu açık bırakıp gitmiş yatmış. Belki babasına seslendi, ama uyandıramadı. Telefon meşgul, fakat gelen giden yok. Bizimki de:

“-Neredeler, niye gelmiyor?” diyor.

Benim de âsâbım iyice bozuldu. Benim sinirlendiğimi anlayınca Ali Ulvi Bey:

“-Hanım, sen benim yerime olsan ne yaparsın?” dedi.

“-Ben olsam, «Bu adam parmağındaki çıbanı bir aydır çekiyormuş, iki saat daha beklese ne olur?» derdim.

Ya da «Bu kadar âcildi, niye akşamdan gelmemiş de insanların tam istirahat edecekleri zaman gelmiş. Bir saat sonra Doktor Hayrettin hastanede olacak! Bir saat sonra hastaneye git. Evi uzak zaten, buraya gelmesi bir saat sürecek. Buradan da tekrar hastaneye mesâîye yetişmesi lâzım.» desene…”

Bizim efendinin tek derdi, bizim kapımıza gelen kimse boş çevrilmesin. Herkesin derdi, sıkıntısı çözülsün. Ama onun bu güzel niyetini sû-i istîmâl edenler de olurdu.

 

Ali Ulvi Bey’in hanımı olarak, onu bize nasıl anlatırsınız?

Onun müslümanlara, hacılara hizmet etmekten alıkoyacak öyle uzun uzun bir ibadeti yoktu. En çok hizmeti severdi. Güzel sözü severdi. En sevmediği şey, bir insana acı söz söylemekti. Böyle bir şeyle karşılaşsa:

“-Aman ha, birbirinize dikenli lâf söylemeyin!..” derdi.

 

Ali Ulvi Bey’in kızı Sâre Hanım

 

Efendim, bize âilenizden, yetiştiğiniz çevreden bahsedebilir misiniz?

İsmim, Sâre Bulut. Ben annemlerin ilk çocuğuyum, üç kardeşiz.

Babam Ali Ulvi Kurucu da üç kardeşti, ama babamın küçük kardeşi olan amcam evlenmedi. O amcam büyükelçi idi. Amcam Muhammed Nûri, çok iyi bir insandı, çok kibardı ve çok cömertti. Arabistan’da ve başka ülkelerde de bu vazifeyi icrâ etti. Amcam, galiba evlenmekten çekindi. Evlenirsem vazifem ile muhafazakâr olan âile hayatımı birleştiremem ve bazı şeylerden taviz vermek zorunda kalırım diye düşünmüş olabilir. Kısmet de değilmiş demek ki...

Bir de en küçük amcam vardı. O bizimle yaşardı. O da çok geç evlendi, yaklaşık otuz sene bizimleydi. Evlenince üst katımıza taşındı, onun da çocukları oldu.

 Yani ben büyük âilemizin ilk çocuğu ve evin tek kızı idim. Dolayısıyla evin bütün işlerine koşardım. Evimizde sürekli misafir var. O zamanlar telefon yok! Bir yere haber gönderilecek olduğunda hep beni gönderirlerdi. Üçüncü kardeşim olunca annemin uzun süren bazı hastalıkları oldu.

Ben Arabistan’da doğup büyüdüm. Orada okullar çok geç bir dönemde açıldı. Devlet okulları açıldığında, ben sekiz yaşındaydım. Okullar açılana kadar annemden Latince harflerle yazmayı ve okumayı öğrenmiştim. Babamdan da Osmanlıca okuyup yazmayı öğrendim. Küçük amcam hattattır. O da bana hat yazmayı öğretti. O zamanlar kâğıtlar böyle bol değildi. Sadece kâğıt değil, her şeyin kıtlığı çekiliyordu.

Evimizin yoğun temposu ve şartlarına uymak zorundaydım. Aynı zamanda evi temsil eden tek kızdım. Bu yüzden maddî-mânevî bu ağırlığı taşımaya hep gayret ettim. Bizi bu minvalde yetiştirdiler. Hani derler ya, “İşten kaçan değil, işe koşan olduk.”

Daha sonra okullar açıldı. Ben evde okuma-yazmayı öğrendiğim için direk ikinci sınıftan başladım. Arabistan’da okullar dînî eğitim veren okullar ve diğer okullar şeklinde ayrı değildir. İlkokuldan itibaren hepsi birlikte işlenir. Dînî dersler ve Arapça yoğunlukta, diğer fennî/müsbet ilimler de beraberindedir.

Arabistan’da ilkokul, altı senedir. Ben ilkokulu sınavlara girerek sınıf atlaya atlaya bitirdim. O sırada Arabistan’da kızların okuyacağı liseler yoktu. Ben de liseyi dışarıdan sınavla bitirdim. Maksadım, ileride kızlar için üniversite açılırsa, orada okumaktı. Medîne’de o sırada liseyi bitiren beş kızdan biriydim. Ben okulu bitirince anneme:

“-Kızını niye okutuyorsun? Mahkemede kâtip mi olacak?” demişler.

 Sonra öğretmen okuluna başladım. Okulu bitirdiğimde 15 yaşında iken öğretmen olmuştum.

O zamanlar hanımların çalışması hiç uygun görülmüyordu. Evde benim öğretmenlik yapıp yapmayacağım meselesi, yaklaşık bir yıl düşünülüp tartışıldı. Âile fertlerinin kimisi kızdı, “Olmaz!” dedi, kimisi “Öğretmenlik yapması lâzım!” dedi. Son noktayı babaannem koydu. Babaannem sert mizaçlı, tam bir Osmanlı hanımefendisiydi. Fakat okuma hususunda ileri görüşlü idi. Babaannem:

“-Benim kızım öğretmen olacak!” dedi.

Oradan onay çıkınca ben öğretmenliğe başladım. Orası şeriat ülkesi olduğu için tesettür ve ihtilâta (kadın-erkek karışık ortam olmamasına) dikkat edilir. Zaten dışarıda bütün kadınların yüzleri peçelidir.

Arapça ve din öğretmenliği yapıyordum. Beş sene çok güzel bir öğretmenlik hayatım oldu. Okullar geç açıldığı için talebelerimin çoğunun yaşı büyük, çok azınınki ise küçüktü. Kimisine abla, kimisine kardeşlik yaptım. Sonra evlilik nasip oldu, evlendim ve eşimin işi sebebi ile Almanya’ya gittim. Almanya’da sekiz sene kaldık.

Benim için Almanya, çok aktif geçti. Sürekli konferanslar, dersler, sohbetler ve hizmetlerimiz olurdu. Çok kısa sürede pratik Almanca’yı öğrendim. Ehliyet aldım. Üç evladımız orada oldu. Çocuklarım biraz büyüyünce büyük oğlum Ahmed’i, Medîne’ye, anne-babamın yanına gönderdim. Okul hayatını Medîne’de geçirmelerini istiyordum.

 

Evlâdınızı neden Almanya’da değil de Medîne’de okutmayı düşündünüz?

Çünkü Almanya, bir İslâm beldesi değildi. Orada o kültürde okursa, sonra Medîne’ye gitmemiz zor olabilirdi. Eşim Hayrettin Bey de Medîne’yi çok sevmişti. Âilemize de çok güzel adapte olmuştu. Bu yüzden hiç Türkiye’de veya Almanya’da çalışmayı düşünmedi, elhamdülillah!

Bir de o zamanlar müslümanlar Türkiye’de en sıkıntılı dönemlerini yaşıyorlardı. Oğlumdan bir yıl sonra da biz Medîne’ye taşındık. Eşim, genel cerrah ve kaza cerrahı olarak devlet hastanesinde yirmi beş yıl vazife yaptı.

 

Medîne’de mücâvirliğiniz müddetince, kıymetli insanları evinizde ağırladınız. Misafirlerinizle ilgili hâtıralarınızdan birkaçını bizimle paylaşır mısınız?

Siz, “kıymetli insanlar” deyince, aklıma ilk Mahmud Sami Ramazanoğlu Hazretleri geldi.

Babamın anlattığı hâtıralardan birisiydi. Bir gün Harem-i Şerif’te bazı hacılar oturup Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatından, ahlâkının güzelliğinden sohbet ediyorlarmış. O esnada içlerinden biri:

“-Acaba günümüzde Allah Rasûlü’nün ahlâkına en yakın olan veya O’nun ahlâkının en kuvvetli esintisinin olduğu bir zât var mıdır?” demiş.

O sırada “Bâbü’s-selâm” kapısından Sâmi Efendi Hazretleri girmiş.

“-İşte!” demiş babam, “Bu zât, yumuşaklık, kibarlık, temizlik ve huyunun güzelliği olarak Peygamber Efendimiz’in günümüze bir esintisidir.”

Ben, Sâmi Efendi Hazretlerini, sekiz yaşındayken, yani daha tesettüre girmeden gördüm. Alt katta, arkada iki tane misafir odamız vardı. Bir odada Sâmi Efendi Hazretleri, bir odada ise Mûsa Efendimiz’le Feride Hanımteyzeler kalırdı. Sabahleyin beni annem, Sâmi Efendi Hazretleri’nin yatağını düzeltmem için gönderirdi. Ben yatağın örtüsünü düzeltirken kaneviçe işini tam ortaya getirerek yapardım. Bir gün yatağını düzeltmeye ben değil, bir başkası gitmiş. Yatağın düzeninden hemen anlamış Sâmi Efendi Hazretleri:

“-Bugün yatağı başkası düzeltmiş!” demiş.

Çok titiz insanlardı, küçücük ayrıntıları bile fark ederlerdi.

Sâmi Efendi Hazretleri, hastalandığında Medîne’de hastanede yatıyordu. Ben hastaneye telefon açtım. Hemşireye İngilizce olarak:

“-Hastamız Mahmud Sâmi Ramazanoğlu nasıldır?” dedim.

Hemşire, İngilizce olarak vefat ettiğini söyledi. Ben telefonu kapadım.

“-Bu vefat haberini yakınlarına ve müritlerine ben nasıl söylerim?” dedim.

O sırada hastanedeki yakınlarından birisi arayıp bize:

“-Devlet çöktü.” dedi.

Biz de Türkiye’de tekrar darbe oldu, devlet yıkıldı zannettik. Meğer Sâmi Efendi Hazretleri’nin vefatını, bu zarif ifade ile bize bildirmişler.

Sâmi Efendi, âilesi ile hicret ettiği zaman eşi Râbia Teyze, kızı Bedia Hanım ve torunu Meliha Hanım ile annem çok görüşürlerdi. Ben Almanya’dan dönünce Meliha Hanım’ın kızı Şeyma’ya Arapça dersleri verirdim. Âilece güzel dostluğumuz vardı. Bedia Hanımteyzelerin sıkıcı bir sohbetleri yoktu. Yanından çok şey öğrenmiş olarak memnuniyet içinde dönerdiniz. Fatma Feride Hanımteyzeler de çok zarif insanlardı. Allah rahmet eylesin! Hepsi de bambaşka insanlardı.

Arabistan’da insanların mâneviyâtından istifade edilir. Ama onun dibine sokulayım, elini tutayım vesâire denilmez. Buna sıcak bakılmaz. Biz de elimizden geldiğince onlardan istifade etmeye çalıştık.

 Eşim Hayrettin Bey, Mûsâ Topbaş Efendi’nin doktoru oldu. Mûsâ Efendi, Hayrettin Bey’i çok severdi ve tıbbî hususlarda ona güvenirdi. Bununla ilgili bir hatırayı da paylaşayım size…

Mûsa Efendi, Harem-i Şerîf’te çok sadaka dağıtırmış. Bir keresinde elinde para, sadaka dağıtırken bütün çocuklar üzerine üşüşüp Mûsâ Efendi’yi yere düşürmüşler. Mûsâ Efendi’nin kalçası kırılmış. Çeşit çeşit doktor gelmiş; kimisi:

“-Çok önemli, Almanya’ya gitmesi lâzım!” demiş. Kimisi:

“-Türkiye’ye gitsin, orada ameliyat olsun.” demiş.

Her gelen başka bir şey söylemiş. Mûsâ Efendi’nin İbrahim Çelik adında bir yardımcısı vardı. Eşim Hayrettin Bey’e telefon açtı.

“-Mûsâ Efendi, Doktor Hayrettin beyi çağırıyor.” dedi.

Hayrettin Bey gitti, onu muayene edince:

“-Hiçbir yere gitmesine gerek yok! Onun tedavisini burada yaparız.” dedi.

Kendisi kaza cerrâhîsi bölümünde olduğu için tedavi yöntemlerini iyi bilirdi. Mûsâ Efendi de diğer doktorları değil, Hayrettin Bey’i tercih etti. Elhamdülillah, tedavisi de oldu.

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri de hanımıyla gelirdi. Onlar da çok kıymetli insanlardı. Onun hanımının ismi de Râbia idi. Bu kıymetli insanların hangi yönünü anlatayım ki? Her hâlleri güzeldi. Zâhid Kotku Hazretleri, bizde kaldığı zaman o gün yemekte ıspanaklı yumurta yapılmıştı. Misafirlerin hemen hemen hepsi üst tabakadandı; bakanlar, milletvekilleri falan… Tabiî kadınlara ayrı sofra, erkeklere ayrı sofra açılırdı. Hanımların sofrası ile ben ilgileniyordum. Dikkat ettim. Zâhid Kotku Hazretleri’nin hanımı Râbia Hanım taze yemekten yemedi. Bir gün evvelki yemeği yemeyi tercih etti. Taze yemekleri diğerleri yemişti. İşte o an:

 “-Tam şeyh hanımı!” dedim.

İlk nefis terbiyesini kendisi uyguluyordu. O milletin omuzları üzerinde gezmeyi değil, nefsini terbiye etmeyi tercih ederdi. Çok mütevâzi ve mahfî idi. Büyüklerin yakını olmak kolay bir şey değildir. Ateştir âdeta…

Feride Hanımteyze de bambaşka idi. Onunla daha samimi olurduk. Çok cana yakındı. Çok temiz ve mükemmel bir düzeni vardı, her işinde…

Allah hepsinden râzı olsun. Gani gani rahmet etsin. Hepsi de bambaşka güzellikte idi.

 

Ali Ulvi Beyefendi, nasıl bir âile reisi veya baba idi?

İki insan tipini anlatmak çok zordur. Bir kötü insanı, bir de iyi insanı… Kötü insanın neyini anlatacaksın? İyi insanı da lâyıkı ile nasıl vasfedeceksin?

Babamın bütün mesûliyetini kaldırmak, anneme düşerdi. Babam çok iyi bir insandı, ama çok işi olurdu. Kimi hacının pasaportu kaybolurdu, kimi hastanın tercümana ihtiyacı olurdu. Eskiden yaşlı hacı hanımların kaldığı, üstü hurma dalları ile örtülü ribatlar vardı. Orası yağmur yağınca, içi su ile dolardı. Bunlara ustaları babam bulur, yapılmasını takip ederdi. Hayat devam ediyordu ve her yer hizmet bekliyordu. Sabah işe gitmeden evvel erken kalkar, hacıların evraklarının resmî işlemlerinin peşinde koşardı. Sonra da işe giderdi. Maîşette de ihtiyaç vardı. Sürekli misafirimiz gelirdi. Misafirlerimiz çok olurdu. Ama onları babam özel davet etmezdi. Onlar kendileri gelirdi. Bizim evimizin tarzı da buydu.

Babam şiirleri yazarken çok asabî olurdu. Alnından bulgur bulgur terler akardı. Bir kelime için ne kadar ter döktüğünü görürdük. Kâğıt bol değildi, tükenmez kalem yoktu. Divit tarzı mürekkep doldurulan kalemlerle yazardı.

“Derdimendim yâ Rasûlâllah, devâ ol derdime” şiirini yazarken bir ikindi vaktiydi. Terledi, hava çok sıcak, klimalar yok... Alnından bir ter damlası kâğıda aktı ve kâğıdın üzerinde mürekkebi dağıtmaya başladı. Bütün yazdığı şiir gidiyor, mürekkebi karışmaya başladı. Babam çok sinirlendi, kalktı namaza gitti. Ben babam gidince yazdığı şiir zayi olmasın diye hemen temize çekmiştim.

İşte bu hareketli hayatın bütün yükünü annem omuzlardı. Babama dışarıda herkes saygı gösterdiği için, annem de ona normal bir erkek gibi davranmaz, o saygıyı içerde de gösterirdi. Çok temiz bir hayat yaşadı. Bize de mes’ûliyeti çok ağır bir mîras bıraktılar. Bugün bu kadar insan bizim sohbetimizi dinlemek istiyorsa, bu bizim sebebimizle değil, babamızdan kalan bu mânevî mîras sebebiyledir.

Harem-i Şerîf’te îtikâf çadırları olurdu. Babam, on altı sene Ramazanlarda bu çadırlarda hatimle teheccüd namazı kıldırırdı. Her gün üç cüz okurmuş. Bunun için ikindiden evvel evde biraz istirahat etmesi lâzım… Ama ev o kadar kalabalık olurdu ki, iki kişi yanyana ayakta duracak yer olmazdı.

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurur:

“Rabbim bana dokuz ahlâkla ahlâklanmamı; dokuz huyu ahlâk edinmemi emrediyor. Ben de size ey ümmetim bu dokuz huyu ahlâk edinmenizi emrediyorum:

1- Yalnız veya halkın arasında olduğunda Allah (c.c.)’ın azâbından korkacaksın. Allâh’ın her yerde seni gördüğünü bileceksin.

2- Gerek neşeli, gerekse öfkeli anlarında daima adâletle davranacak, hakkı söyleyeceksin.

3- Bollukta ve darlıkta iktisattan ayrılmayacak ve israf yapmayacaksın.

4- Zulmedeni affedeceksin.

5- Gelmeyene gideceksin.

6- Vermeyene vereceksin.

7- Konuşman zikir olacak.

8- Susman tefekkür olacak.

9- Bakışın ibret almak için olacak.” (Cezerî, Câmiu’l-Usûl, XI, 687/9317; Tebrîzî, Mişkâtu’l-Nesâbîh, III, 1472/5358)

Ahmed bin Hanbel’in Müsned’i, İmam-ı Kurtûbî’nin Tefsiri)

İşte bu hadîs-i şerîfte zikredilen dokuz ahlâk prensibi, babam için değişmez bir anayasa gibiydi. Bazen:

“-Baba, hep biz mi fedâkârlık yapacağız?” derdim.

“-Fedâkârlık yapmazsan o zaman nasıl diğer insanlardan farklı olacaksın?” derdi.

Annemin Etiyopyalı bir yardımcısı var. Türkiye’de evimize ziyarete gelenleri görünce:

“-Siz ne zaman bu kadar dost edindiniz?” diye sormuştu.

Annem zamanında bu kadar hizmet etmeseydi, bu kadar sabretmeseydi, bu nimetler olmazdı. Biz, âilece baş başa sofraya oturduğumuz çok nadirdir. Saysam sayılacak kadar az... Mutlaka yatılı bir teyzemiz olurdu. Ya Vasfiye Hanımteyze veya Turgut Özal’ın annesi veya başka bir yaşlı teyze… Hiç misafir olmasa bunlar olurdu. Biz onlarla yer, babama da başka bir odada ayrı sofra açılırdı. Bazen soruyorlar anneme:

“-Beyinizle kavga eder miydiniz?” diye…

Annemle babamın kavga edecek vakitleri yoktu.

Velhâsıl-ı kelâm, babam Ali Ulvi Kurucu olduysa, hizmet edebildiyse, annem gibi sabırlı bir hanımı olduğu içindir. Bugün de evimize her gün misafirler dolup taşıyor, annemden bir söz duyabilmek için… Annem, Rasûlullâh’ın misafirlerine hizmet ettiği için Allah onu herkese sevdiriyor.

Bana babamla ilgili hatıralarımı soruyorlar. Biz, âile olarak baş başa çok az kalabildiğimiz için şahsî hatıramız da pek yoktur. Hayatımız kuyumcu terazisinin hassasiyetinde geçti.

Babam, bu âile yükünü olduğu gibi anneme bırakmıştı. Babam bizi lüks değil, mahrumiyet içinde de değil, elhamdülillah, hiçbir şeyin eksikliğini göstermeden büyüttü.

 Babam, ilim ve hizmet insanıydı. Konya’da babası İbrahim Efendi, Islah-ı Müderris’de (bugünün üniversitesi hükmünde) Arapça gramer (sarf-nahiv) hocası imiş. Babam, Arapçayı babasından öğrenmiş. Mısır’a gittiğinde Mısır’dakilerle konuşurken oradakiler çok şaşırmışlar:

“-Sen hem Türksün, hem de bu kadar düzgün Arapça’yı nasıl konuşuyorsun?” demişler.

Bu yüzden babamın grameri çok kuvvetli idi. Ben bazen babamdan Arapça gramer hususunda yardım alırdım. Arapça’da i’rab var; bu, sadece Arapça ve İbrânice lisanında vardır.

Babamın bütün yükü dışarıda idi. Babam da ibadet mefhumu, eşittir, Allâh’ın kullarına hizmet ve yardımdı. Birisi ondan bir şey istese; “var, yok” önemli değil! Mutlaka bir yerden bulur buluşturur verirdi. Onun lügatinde “Hayır!” veya “Yok!” gibi mefhumlar bulunmazdı. Hani âyet-i kerîmede “İsteyeni azarlama!” (ed-Duhâ, 10) buyruluyor, “İllâ ver!” denmiyor. Çünkü insanın her zaman verecek durumu olmayabilir. Vermediğin zaman da azarlama! İşte babam da bu âyetteki gibiydi; azarlama yok, üstelik mutlaka vermeye çalışırdı. Eli boş göndermeye gönlü râzı olmazdı.

Babamın aklı şiirde, Türkiye’deki sıkıntılarda idi. Bazen diyorum ki, iyi ki bu zamanları görmedi. Çünkü tefrikayı hiç sevmezdi. Babam için Türkiye çok değerli bir mücevher gibiydi. Herkese açılmamalı, herkes onu görmemeliydi. Bize bile Türkiye ile ilgili fazla bir şey anlatmazdı.

 Babam, güzel sesi severdi. Güzel sesle okunan Kur’ân’ı ve şiirleri dinlemeyi severdi. Bağırıp çağırmayı sevmezdi. Âhenkli yaşamayı severdi. Gözü güzeli ve düzgün olanı arardı; bir levhanın yamuk durmasından bile rahatsız olurdu. Sanat rûhu, hayatının her safhasında belli olurdu.

Elhamdülillah, bizi hiç sıkmadı. Ancak bizim evin her ferdi bilirdi ki, bu evin yükü ağır... Meselâ ben okuldan gelirdim. Evimiz üç kat; kapı önü, yerler betondu. O zaman seramik, fayans falan yok. Ben gelir gelmez giriş holü ve merdivenleri yıkardım. Ondan sonra eve girerdim. O zaman öyle bir metod vardı ki, kimse:

“-Hadi kızım, şu işi yap!” demezdi. Hiçbir iş söylenmezdi. Biz o işi fark eder ve kendimize vazife edinir, yapardık. Şimdiki nesli görünce içim gidiyor, işi görüyor yapmadığı gibi yapılmadığından da rahatsız olmuyor. Mübârek!.. Yok, içinden gelmiyor. Ben de bir türlü bunu anlamıyorum.

 

Ali Ulvi Beyefendi’nin çocukluk ve gençlik dönemlerinde kendisine tesir eden rehberleri kimlermiş? Bunlardan size hiç bahsettiği olur muydu?

Babama en çok tesir eden, tabiî ki, evvela Peygamber Efendimiz’di. Bu, şiirlerinde de görülür. Ama bunu Medîne’de normal hayatının içinde pek fark ettirmezdi

Onun için sevdiği insanın Türk veya Arap olmasının hiçbir farkı yoktu. İslâm olan ve İslâm’ın ölçüleri için gayret edenleri çok severdi. Muhammed İkbal’i çok severdi. Onun bir kitabını tercüme etmişti. O kitabında geçen bir bölümü, babam bize sık sık anlatırdı. Pakistanlı hacılar, Muhammed İkbal’e:

“-Biz Medîne’ye giderken Peygamberimiz’e ne hediye götürelim? Kumaş götüremeyiz, yiyecek götüremeyiz.”

Muhammed İkbal de:

“-Peygamberimiz’e götüreceğiniz en büyük hediye, O’na salavât-ı şerîfe götürmektir. O yüzden bol bol salavât-ı şerîfe götürün!” demiş.

Türkiye’den en çok bahsettiği Mehmed Akif Ersoy’du. Onu çok severdi. Mısır’dan Mustafa Sabri Efendi’den de çok bahsederdi.

Babamın hicreti ve onun hayatı sorulduğunda diyorum ki; babamın ilim kaynağı büyük dedemiz Hacı Veyiszâde İbrahim Efendi’dir. Hicret eden de o, fedâkârlığı ilk göze alan da… Babam o zaman genç bir delikanlıymış.

Ama Veyiszâde’nin torunu olmak veya Ali Ulvi Kurucu’nun evlâdı olmak iş değil. Nice peygamberlerin evlâdı îmân etmemiş. Biz Nûh -aleyhisselâm-’ın kıssasını görüyoruz. Allah sonumuzu hayır etsin, îman selâmeti ihsan etsin. Neslimizin de, bizim de ayaklarımızı kaydırmasın!

 

Kendi çocukluk ve gençlik yıllarınızla günümüzü karşılaştıracak olursak ne söylemek istersiniz?

Babam derdi ki; “Ateşin içindeyken yanmayanlar var.” Bunu Mısır’da talebeyken bir makalede okumuş ve çok etkilendiği için sık sık kullanırdı.

Gençlik içinde de bu kadar nefsi tahrik edici tuzaklar varken o ateşin içine atlamayanlar var. Ya da ateşin içinde olup da takvâsı ile yanmayanlar var elhamdülillah! Babam Mısır’daki dindar gençliği görünce, benim ülkemde de böyle bir gençlik olacak mı diye özenirmiş. Yıllar sonra Türkiye’ye geldiğinde odalar dolusu gençler onu ziyaret edince:

“-Benim hayalim gerçekleşti!” demişti.

Arabistan’da hiçbir kıza:

“-Kızım, hadi sen büyüdün. Başını ört denmez!”

Her kız çocuğu, dokuz yaşına gelince kendiliğinden başını örter. Hiçbir zorlama veya tavsiye olmadan, bu onun fıtratında vardır ve zamanı, dokuz yaştır. Her kız da bu yaşında kendiliğinden örter.

Ama şimdi çok zor; benim de evlâtlarım var. Vallâhi evlât yetiştirmek çok zor... Eskiden televizyona, “Şeytan!” der, bakmazdık. Şimdi televizyon mâsum kaldı. Telefonu, interneti, insanı cezbeden şeyler çok fazla… Saklamak, kullanmamak da bir metod değil! Kontrol olmalı, ama baskıyla değil. Duâ edeceğiz, güzel örnek olacağız.

 

Boşanmaların arttığı şu dönemimizde âile hayatı hakkında gençlere, ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?

Bugün gittiğim yerlerde herkes benden bir kerâmet anlatmamı bekliyor. Herkes hayatın süslü tarafına bakıyor. 1970 yıllarında bir gün okuldan eve geldim yorulmuşum. Altı yüz çocuğa meram anlatmışım. Annem de hasta yatıyor. Mutfağa bir girdim ki bulaşık dağ gibi olmuş. Bizim evde kalan Türk hacılar, herkes ayrı ayrı küçük emaye tepsilere kahvaltı hazırlamışlar. Eşlerine vermişler. Tepsileri getirip mutfağa bırakmışlar. Kimisinde yarım yumurta, kimisinde peynir… Hava sıcak, her yer sinek olmuş, su az… Ama nasıl sinirlendim.

Hemen Osman Çataklı Bey’i çağırttım. Tabiî yüzüm peçeli, mutfağı ona gösterdim.

“-Osman Amca, eğer siz kendi evinizde bu manzaraya râzıysanız, ben de burada râzı olacağım.” dedim.

O sırada yanında bulunan üst tabaka hanımlardan birisi:

“-Siz bu işleri yapmaya alışkınsınız, biz alışkın değiliz!” dedi. Ben o hanıma dönüp:

“-Ablacığım, biz hizmete alışığız, hizmetçiliğe değil!.” dedim. Osman Abi:

“-Kızım, ne yapmamız lâzım, söyle!” dedi. Ben de:

“-Burada âdet; yemek vakitlerinde hanımlara bir sofra, erkeklere bir sofradır. Her kişiye özel tepside yemek olmaz!” dedim. “Bereketi de olmaz. İslâmiyet; bir kenara çekilip tesbih çekmekten, duâ etmekten ibaret değildir.”

Bazen böyle imtihanlar da olurdu. Bu hanımlar, evlerinde de iş yapmaya alışmayınca ufacık bir hizmet külfet geliyor. Dağlar gibi çamaşır yıkardık. Bugün hanımlar hep dışarıda… Herkesin bir dersi, bir işi var ya da bir kermesi, bir sergisi… Peki, bu evi kim çekip çevirecek?

Hanımlar, dâveti lokantalarda yapıyor, yabancı adamlar onlara hizmet ediyor. Onlar orada gidip dînî mesele konuşuyormuş, ders yapıyormuş. Orada dînî mesele konuşmaktansa evinde oturup harama çıkmaması daha hayırlıdır. Evinde hanım hanıma eğlenmesi daha iyidir. İnsanlık hâli, lâf lâfı açar; fark etmeden kahkaha ile gülebilir insan... Bir bir taviz vere vere bugün ne hâllere düştük!.. Annem diyor ki:

“-Lütfen beni lokantalara götürmeyin. Çok bunalıyorsanız, evde sandviç yapalım; kıra gidelim, orada yiyelim.”

Ama gençlerden ümitliyim. Arabistan’da da, Türkiye de gençler eskisi gibi değil! Dînî mânâda daha şuurlu… Arabistan’da üç şey çok mühimdir.

1- Mîras: Âyette nasılsa, öyle pay olur.

2- İddet: Hanımı beyi ölünce, dört ay on gün evinde bekler.

3- Namaz: Altı yaşı ile birlikte hemen namaza başlarlar. Üniversitede namaz vakti girince, en pahalı abayesini çıkarır, yere serer, hemen namazını kılar. Arabistan’da kaza namazı nedir bilmezler. Altı yaşından itibaren kıldıkları için alışırlar, ekstra bir şey olur da kılmazsa, hemen kazâ ederler. Buradaki gibi yaşlanayım kazâ namazına başlayayım yoktur.

 

Fatma Hanım, Sâre Hanım; bu güzel sohbet için ayrı ayrı ikinize de teşekkür ederiz. Bizi mânen o diyarlara misafir ettiniz. Rabbimiz, yapmış olduğunuz hizmetlerinizi kabul buyursun. Bu dünyada olduğu gibi, âhirette de Peygamber Efendimiz’e mücâvir eylesin. Âmin.

Biz de size çok teşekkür ederiz. Bilmiyoruz, faydalı oldu mu sohbetimiz ama bizim yaşadığımız şartlar böyleydi. O zamanlar çok farklı insanlarla tanıştık, karşılaştık. İnşâallah Rabbimiz’in rızâsına nâil olacak hizmetler etmek nasîb olmuştur. Rabbimiz, hepimize son nefesimizde îman selâmeti versin. Bizi rızâsına kavuşturacak bir ömür ve sâlih amellerle nîmetlendirsin. Âmin.

 

EK

ALİ ULVİ KURUCU’DAN HÂTIRALAR

 

Hicret ve Fetih

“Hicret, kaçmak, rahata kavuşmak demek değildir. Mücâdeleye devam etmek, fethe, zafere hazırlanmak için çalışmak, kuvvetlenmek demektir. Efendimiz, Mekke’de kalsaydı, fetih olmazdı. Fetih, hicretten sonra oldu.” (Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar, c: 2, s:  48)

* * *

Medîne’nin Değeri

“Medîne-i Münevvere’nin yeri, değeri çok yüksektir. Bu, herkesin mâlumudur. Ahzâb Sûresi’nde bir âyette şöyle buyrulur, meâlen: «Peygamber, mü’minlere, kendi nefislerinden daha kıymetlidir. Rasûl-i Zîşân’ımızın âileleri de, mü’minlerin anneleridir.»

Böylece Medîne, hem en çok sevdiğimiz Rasûl’ümüzün, hem de annelerimizin diyarıdır. Burada insan aslî vatanında, kendi köyünde, mahallesinde sayılır. Bir müslümanın burada kendisini, sanki doğduğu yerdeymiş gibi hissetmesi îcâb eder. Ki gerçekten de mü’minler, kendilerini öyle hissederler ve buraya tekrar tekrar gelmek isterler.

Sebeb-i feyzim olan Şıh Abdülgafûr Abbâsî şöyle derdi:

“-Kendisine Medine’de, «Nasılsın?» diye sorulan bir kimse, «Eh ne yapalım, garibiz, gurbetteyiz. Gurbet hayat işte…» derse, o kimsenin tecdîd-i îman etmesi, tevbe etmesi îcâb eder. ” (Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar, c: 2, s:  361)

* * *

Herkese Niyetine Göre

Meşhur bir kıssadır, herkes bilir: Bir Türk hacısı Medine’de yoğurt almış. Delilin önüne gelip yerken:

“-Âh, bizim memleketin yoğurdu!” demiş.

O gece rüyasında Fahr-i Kâinât Efendimiz:

“-Memleketine git de yoğurdunu ye!” demişler.

Fakat bugün petrol çıktıktan sonraki hicret, artık o günlerdekiyle kâbil-i kıyâs değil! Şimdi Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’ye gelenler, en az geldikleri yerdeki kadar bir rahatı burada buldukları gibi, hattâ büyük bir kısmı da, daha rahat yaşayayım, daha çok para kazanayım diye geliyorlar. Artık Cenâb-ı Hak, herkese niyetine göre muâmele edecektir. (Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar, c: 2, s:  370)

* * *

Dokuz Güzel Haslet

“Dedem bu mukaddimeden sonra hadîs-i şerîfte beyân olunan dokuz güzel huyu açıklardı. Defalarca dinlediğim bu açıklamayı, aşağı-yukarı dedemin tercümesi ile nakletmeye çalışacağım.

Birinci haslet: “Haşyetullah”

Gerek vahdette, gerek kesrette Allah’tan korkacaksın. Gerek yalnız başına kaldığında ve gerek halkın arasında, kalabalık içinde bulunurken Allah’tan korkacaksın. Allah korkusu… Allâh’ın her yerde, her ân, zaman ve mekânda hâzır ve nâzır olduğunu unutmamak.

Zaten bu şuura bürünen bir kimse, Allâh’a âsî olamaz ki… Allah görüp duruyor; hâzırdır, nâzırdır. O’nun gördüğünü ne polis görebilir, ne jandarma görebilir ve ne başka bir kimse… İşte bu ahlâk, bu duygu, her güzelliğin başıdır.

İkinci haslet: “Ve kelimetu’l-Adli”…

Gerek sükûn, ferah ve huzur anlarında ve gerekse öfke ve gazap hâllerinde, dâimâ adaletle davranacak, hakkı söyleyeceksin… Bu çok zor.

Peygamber Efendimiz, münâfığın alâmetlerinden bahsederken, «Münâfığın alâmeti üçtür» bir rivâyete göre «dörttür» buyururlar. Bunların dördüncüsü, «İzâ hâseme fecer», kızdı mı, taşar, haddini aşar, ağzına geleni söyler.

Münâfığın ilk üç alâmeti de şunlardır:

«İzâ haddese kezebe» Konuştuğu zaman yalan söyler. Sözüne itimad edilmez.

«Ve izâ vaade ahlefe» Vaad eder, sözünde durmaz.

«İze’tümine hâne» Emânet edersin, güvenirsin, hâinlik yapar…

Dördüncüsü de işte, «Kızdırmaya gelmez, içini döker.»

Hadîs-i şerîfin ikinci şartında gördük ki, Müslüman gerek huzur ve rızâ ve gerekse gazap ve öfke hâlinde bulunsun, dâimâ âdilâne konuşacak. Evet, yiğidi öldür, fakat hakkını yeme, demişler. Öyledir, başka fikir veya inançta olabilir, fakat adamın hakkını yemeyecek, doğruyu söyleyeceksin.

Üçüncü haslet, “Ve’l-kasd fi’l-fakr ve’l-gınâ”

Gerek zengin, gerek fakir, bolluk veya darlık hâlinde, iktisaddan ayrılmayacaksın. İsraf yok.

E canım, Allah verdi! Verdi ama malın çoksa israf etme, boşa harcama, fakire ver, adam yetiştir. İsraf yapacak zamanda değiliz… Ne gençler var, okuyacak, âlim olacak, adam olacak.

Dördüncü haslet: “Ta’fu ammen zalamek”

Zulmedeni affedeceksin.

Müslüman kardeşlerinden sana zulmedeni, kötülüğü dokunanı affedeceksin. Sana bir zararı dokundu: “İnsandır yâhu, kasden yapmaz, Müslüman müslümana zulmetmez, hata etmiştir.” diyeceksin. “Allah, benim, sabahtan akşama kaç tane hatamı affediyor.” diye düşüneceksin. Allâh’ın ahlâkıyla, Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlâklanmak vardı ya, işte: Sana zulmedeni affedeceksin.

Beşinci haslet: “Ve tasilu men kata’a”

Gelmeyene gideceksin.

Altıncı haslet: “Ve tu’tî men haramek”

Vermeyene vereceksin.

Yedinci haslet: “Ve en yekûne nutkuke zikran”

Konuşman zikir olacak.

Sekizinci haslet: “Ve sumtuke fikran”

Susman tefekkür olacak.

Dokuzuncu haslet: “Ve nazratuke ibraten”

Bakışın ibret almak için olacak. (Ali Ulvi Kurucu, Hâtıralar, c: 1, s:  112-113)

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle