Allah Diyelim Dâim

Menâkıblarda geçer ki, Hazret-i Mevlânâ, Feridüddîn-i Attâr Hazretleri’nin şu beyitlerini beğenerek söyler, kendi elleri ile yazıp medresenin duvarına asarmış:

Hakk’ın hitâbını tanı, kulunkini de

Sen “Hû” deyince, Hak “Hay” der.

Ne hoştur Hak’tan “Hay”, kuldan “Hû”

Kul ile Allah arasında “Hay” ile “Hû”

Cenâb-ı Allah ile yarattığı kul arasındaki sevgi dolu zikir; “…Allah onları onlar da Allâh’ı severler...” (el-Mâide, 54) âyetinin tecellî şekillerindendir.

Atâullah İskenderî Hazretleri, “Sen Allâh’ı zikredip andığın zaman seni işiten her şey seninle birlikte Allâh’ı zikreder.” buyurur.

Kâinattaki bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler. Belki de en çok zikredenler cemâdat, yani dağlar-taşlardır.

Nebâtat; yani bitkiler, ağaçlar ile hayvânat da zikirlerini ihmal etmezler:

“Yedi gök, yerküre ve bunların içindekiler Allâh’ı tesbîh ederler. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu överek tesbîh etmesin. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (el-İsrâ, 44) buyuran Cenâb-ı Hak, kendi ismini anmayı/zikretmeyi, kulları için en önemli vazife olarak ifade etmektir.

Biliriz ki, kişi sevdiğinin ismini dilinden düşürmez. Sevgiye en çok lâyık olan Rabbimizin zikrini de biz kullarının, Kur’ân okuyarak, namaz kılarak, tesbih çekerek aklımızdan, gönlümüzden hiç çıkarmamamız gerekir.

Abdullah bin Büsr -radıyallâhu anh-’tan nakledildiğine göre:

“Bir adam Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:

«-Ey Allâh’ın Rasûlü! İslâmiyet’in emirleri çoğaldı. Bana sıkı sıkıya yapışacağım bir şey söyle.» dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu:

«Dilin dâimâ Allâh’ın zikri ile ıslak kalsın.»[1]

* * *

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’de Cenâb-ı Hakk’ın âdeta şöyle buyurduğunu ifade eder:

“Ben, kullarıma; «İbadet ediniz!» diye emrettim. Bundaki gâyem; bir kâr, bir fayda elde etmek değildir. Bütün bunlar, kullarıma ihsanlarda ve iyiliklerde bulunayım diyedir.

Herkes kendi dilince Allâh’ı zikreder. Allah da herkesin dilini anlar. Herkes kendi dilince Allâh’a övgüde bulunur.

«Ben kullarımın Beni zikretmesi ile arınıp pâk olmam. Onlar Beni tesbîh ve takdîs ettiklerinde yine kendileri arınır, pâk olurlar. Dilleri mânen inci saçar.»” (Mesnevî, c: 2, 1756-1758. Beyitler)

Zikrin faydası Allah için değil, kullar için olup Cenâb-ı Hakk’ı zikir, Allâh’ın kuluna lütuf ve ihsânının artmasına sebep olur.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’tan nakledilmiştir ki:

“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Necd bölgesine bir müfreze gönderdi. Müfreze birçok ganimet elde ederek geri döndü. Müfrezeye katılmayan bir adam, hayretini ifade ederek:

«-Bu müfrezeden daha hızlı ve daha çok ganimet elde ederek dönen başka bir müfreze görmedik.» dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:

«-Bu müfrezeden daha çok ve hızlı ganimet elde eden bir topluluğu size söyleyeyim mi?” diye sordu ve sorusuna devamla:

«-Sabah namazını kılıp Güneş doğuncaya kadar Allâh’ı zikreden bir toplum, bu müfrezeden daha çok ve daha hızlı ganimet elde eder.» buyurdu.”[2]

* * *

Mesnevî’de şöyle bir hikâye geçer:

“Adamın birisi devamlı «Allah! Allah!» deyip Allâh’ı zikrediyordu. Şeytan ona:

«-“Allah!” deyip duruyorsun, ama “Lebbeyk!” diyen yok. Kendi başına söylenip duruyorsun.» diyerek vesvese verdi.

Adamın neşesini kaçırıp kalbini kırdı. Adam o gece zikretmeden uyudu. Rüyasında yeşil çimenler içinde Hazret-i Hızır’ı gördü. Hızır, ona:

«-Niye zikri bırakarak yatıp uyudun! Allâh’ın ismini anmaktan neden pişman oldun?» diye sordu. Adam:

«-“Lebbeyk!” diye ses gelmiyordu. Hoşlanılmayan bir iş yapıp da Allâh’ın kapısından kovulacağım diye korktum.» diye cevap verdi. Bunun üzerine Hızır, adama:

«-Senin “Allah!” deyişin, O’nun “Lebbeyk: Buyur!” demesidir. Senin yalvarıp yakarman, O’nun “buyur!” demesinin habercisidir. Zikretmek arzusunu sana O verdiği için zikrediyorsun.» haberini verdi.”

Cenâb-ı Hak, bizi kendine doğru çekmezse “kulum!” diye zikretmezse, biz güç kuvvet bulup da “Rabbimiz!” diyemeyiz. Allâh’ı zikretmek, O’nun lütf u keremi ile olur.

Enes -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte buyrulmuştur ki:

“Sabah namazından sonra oturup Allâh’ı zikreden bir toplulukla oturmam, benim için İsmail neslinden dört köle âzâd etmemden daha sevimlidir. İkindi namazından sonra akşama kadar oturup Allâh’ı zikreden bir toplulukla oturmam, benim için dört köle âzâd etmekten daha sevimlidir.”[3]

Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde şöyle demektedir:

“Padişahımız, tek ve eşi-benzeri olmayan Allâh’ımız, «Allâh’ı anın!» diye bize izin verdi. Bizi ateşler içinde gördü de bize acıdı. Kurtuluşumuz için bize nûrunu, kendi zikrini ihsân etti.” (Mesnevî, c. I, 1715. Beyit)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:

“Kim yatağına abdestli yatıp uyku basıncaya kadar Allâh’ı zikrederse, gecenin herhangi bir saatinde kalkıp Allah’tan gerek dünya ve gerekse âhirete ait ne isterse, Allah ona mutlaka istediğini verir.”[4]

* * *

Feridüddîn-i Attâr Hazretleri, Pendnâme adlı eserinde şöyle demektedir:

“Ey oğul! Her uzvun başka bir zikri vardır. Elin zikri, her zavallının yardımına uzanmaktır. Ayağın zikri, hak yolunda gitmektir. Gözün zikri, aşk ile gözyaşı dökmektir. Kulağın zikri, doğru ve güzel söz dinlemektir. Mümkünse gece-gündüz zikre çalış. Kalbin zikri, sende Allah aşkını doğurur. Çalış ki, bu zikri elde edesin. Dilin zikri, Kur’ân okumaktır. Bunlardan nasibi olmayan kişi, iflas etmiştir. Dâimâ Hakk’ı övmekten dilini ayırma ki, yoksulluk ateşinden kurtulasın. Dudağını, Hakk’ın zikrinden başka şeye kıpırdatma. Çünkü erenlerin işi hep böyle olmuştur.”

* * *

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke yolunda yürüyorlardı. Cümdan denilen bir dağa uğradı ve şöyle buyurdu:

“-Yürüyün, burası Cümdan’dır. Meferritler geçmiştir.”

“-Müferritler kimlerdir ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorulunca:

“-Onlar, Allâh’ı çokça zikredenlerdir.”[5] buyurdu.

* * *

Cenâb-ı Hak, “Beni zikredin (anın) ki, Ben de sizi zikredeyim. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (el-Bakara, 152) buyurarak, bizim iyilik bilmez nankörlerden olmamamızı istemiştir. Zira Rabbini zikretmeyen nankör kulu, şeytan hiç yalnız bırakmaz. Onun en çok sevdikleri nankörlerdir. Âyet-i kerîmede:

“Kim Rahmân’ın zikrinden gâfil olur, onu görmezden gelirse, Biz de ona bir şeytan musallat ederiz ve şeytan, onun yakın bir dostu olur. Şüphesiz şeytan onları yoldan çıkarır, ama onlar hâlâ hak yolda olduklarını zannederler.” (ez-Zuhruf, 36-37) buyrularak bu husus te’yit edilmektedir.

Zikri, özellikle de dâimî yapılan, vird edinilen zikri bırakmamak gerekir. Mesnevî’de Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:

“Hak yolunda okuduğun virdi, çektiğin tesbihi terk edince, zahmet ve sıkıntıya düşersin. Sebebi bilinmeyen bir iç sıkıntısı, bir darlık gelir, gönlüne düşer. Bu iç sıkıntısı, bu darlık, sana bir çeşit ihtardır. Bir çeşit seni terbiye eder. «Devam edegeldiğin virdini bırakma, eski ahdini bozma, dikkat et!» demektir. Bu iç sıkıntısı, zincir şeklini almadan, gönlünü bağlayıp sıkan, sana ayak bağı olup bütün yollarını kapamadan, virdine-tesbîhine devam et. «Kim de Beni zikretmekten yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz, onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.» (Tâhâ, 124) âyetlerini sakın unutma.” (Mesnevî, c. 3, 349-354. Beyitler)

* * *

Atâullah İskenderî Hazretleri de bu hususta, “Zikreden bir kimse herhangi bir sebeple zikirden gaflete düşerse, mutlaka bunun cezasını görür, bunun farkında olmasa da bu böyledir.” buyurmuştur.

Ferîdüddîn-i Attar, zikirdeki gaflet hâli hakkında şöyle der:

“Zikirden gâfil olmaktansa, zikir içinde gâfil olmak çok daha hayırlıdır. İnsan, bilmeden zehirli bir şey yerse, ona tesir eder de, mânâsını bilmeden gâfilce okuduğu Kur’ân, hiç tesir etmez mi? Bir de bilerek, anlayarak okunsa, durum nasıl olur, sen kıyas et! Kul, kendisine izin verildiği için Allâh’ı zikreder. Kul, bunu kendinden zanneder de gurura, küstahlığa kapılırsa, Hak’tan ayrı düşer. Padişah bizimle oturuyorsa, bu O’nun lütfundandır.”

Gaflet içinde dil ile yapılan zikir, belki taklid olur. Lâkin taklid, zamanla tahkîke götürür. Taklid, tahkîkin kapısıdır.

Zikr-i dâim olmak, zikri bırakmamak o kadar önemlidir ki, hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Kim, bir mecliste Allâh’ı zikretmeden oturup kalkarsa, Allah’tan nasibini alamamış, Allâh’ın lütfuna nâil olamamıştır. Kim, yattığı yerde Allâh’ı zikretmezse, Allah’tan nasîbini alamamış, Allâh’ın lütfuna nâil olamamıştır.[6]

* * *

Hazret-i Mevlânâ, “Dünyada bildiğimiz-gördüğümüz bütün kuşlar ötüşleri ile Hakk’ı zikretmektedir. O sebeple kuşların adı geçince benim gönül kuşum da uçmaya başlar. Ben kuşların ötüşlerini duyarak, zikirlerini sezerek, hoş bir hâlde gülerek, canımı vermek istiyorum. Bu can, sevgiliyi zikrederken bedenden çıkarsa, bu can veriş ne hoş bir ölüm olur.”[7] buyurarak, son nefesi zikrederek vermenin, kul için bir “şeb-i arûs” olacağını dile getirir.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:

“İçinde Allâh’ın anıldığı ev ile içinde Allâh’ın adının anılmadığı ev; diri ile ölü gibidir.”[8]

Allâh’ın zikredildiği ev, bu zikir sebebiyle diri ve hayat dolu ise, Allâh’ı zikreden kulun kalbi kim bilir nasıl hayat dolu, dipdiri olur, var sen hesâb eyle!..

 

[1] Tirmizî, Daavât, 4.

[2] Tirmizî, Daavât, 198.

[3] Rudânî, Cem‘u’l-Fevâid, c. 3, H. no: 9218.

[4] Ebû Dâvud, Edeb, 104.

[5] Müslim, Zikir, 4.

[6] Ebû Dâvud, Edeb, 25, 98.

[7] Mevlânâ, Dîvân-ı Kebîr, c. 2, 469. beyit.

[8] Müslim, Müsâfirîn, 211.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle