Taş taş göğsüme dizilmiş, ateş ateş tenimi dağlar gibi duran yıldızlara bakıyorum. “Ehâd” deyivereceğim, bilinmez bir tanıdıklıkla, âh, bir desem, hissediyorum ki yıldızlar ağırlıklarını yitirecek. Ancak, ne yazık, kâinatı sırtlanıp ittirerek konuşacak kadar güçlü bir kalbim yok henüz. “Benim îman dolu göğsüm gibi…”
Birkaç avcı düşsün peşime, her özgür bıyıklı balık gibi kaçayım. Tanıdıklarım tanımasın beni, hattâ yokluğuma ne çabuk alıştıklarını fark edip daha da hüzünleneyim. Daha bir kaçayım tereddütsüz… Ama sonra öğrensinler: “-Demek o bıyıklı balık, o küçük çocuk imiş; onu pek bir üzmüşüz!” desinler.
Evlerin önünden geçerken görmüşüm, her eşikte baba ayakkabısı; bizimkinde yok. Annem o akşam, kapının önüne bırakmış; bir çift baba ayakkabısı.
Kıyafetlerimize mandal mandal takılır yoksulluk, her sezon daha pastel giyiniriz, siyahlarımız grileşir âdî deterjanla, mâtemlerimiz uzun sürmez bizim... Ölmüşlerimiz öyle çoktur ki zaten, tek tek kabir kazmaya güç yetirememişizdir; yüreğimizde kocaman bir delik taşırız, üzeri mavi kelebeklerle örtülü bir toplu mezar…
Kelimeleri kendime gücendiriyorum; avucumda sıkıp canlarını acıtmayayım derken, yine elimden kaçırıyorum, uçuşup gidiyorlar. Bir yandan nefesime çimen kokusu doluyor, Haziran geldi sayılır. Nefesimi terk edemediğimi anlıyorum. İnsan, ancak yalnızken mi kâinat onunla konuşur? Sanırım bazı sözler yalnızca sır, o güzel biçimli dikenler gibi hüzünlü kalplere takılıyor. B...
Bana ulaşmanın yolunu bulmuştu. Gülüşü maviyi anımsatırdı bana; huzurlu, taze, güven dolu… Gök gibi… Bir gün ikimiz diz dize oturmuş, çeşitli ülkelerdeki “yol” resimlerine bakıyorduk. Ve yaşayan adamla her yol ile ilgili bir hikâye anlatıyorduk birbirimize…