Yağmur

Yıl 571.

Yer Mekke...

Dağ, taş, toprak; gelmesi beklenen muştuya hâmile.

Zulüm; altın çağını yaşıyor bu beldede. Nefislerin kemâlâtını tamamladığı; girilecek hiçbir günahın kalmadığı bir zaman.

Gelecek nesiller için, adı konulamamış bir devrin isim babası oluyor: Câhiliye devri...

Çığlıklar yükseliyor kum yığınlarının altından… Adı, “dayıya gitmek” olan geleneğin minicik bedenlere hissettirdiği acıya, taşlar ağlıyor.

Taşın vicdanının insandan daha yüce olduğu bir zamanda, kız çocuğunun kötülük girmemiş yüreğini, toprağın karanlık çukurunda bırakan en sevdiği insan oluyor. Babasının ardından, nereye götürüleceğini bilemediği bir heyecanla yürüyor.

Koruyuculuğun beşiği olan baba, fıtratını da kızıyla beraber toprağa gömüyor.

Kadının toplumda en aşağılık varlıklardan sayıldığı bir zaman... Analığı ve eş oluşu unutulmuş, utanç kaynağı hâline gelmiş bir insandan bahsetmek; asırlar sonra gelen bütün hanımların yüreğine dokunmakta…

Babası tarafından gömülüp öldürülmekten kurtulduğuna şükrederken; yaşının ilerlemesiyle bir metâ gibi alınıp satılabilen, eşi tarafından başkalarına sunulabilen bir varlık olmanın acısının yaşandığı bir zaman…

Her karanlığın ardına aydınlık gizleyen, her inişin çıkışını var eden Allah; böylesine bir zamana kurtarıcı olarak en sevileni vermiştir. Karanlıkları aydınlığa çevirecek kurtarıcının doğumuna çok az kala, kâinât kendini hazırlamaya koyulmuştur bile...

Bütün dünya beklemede, sessizce ve tefekkürle...

Peygamberlerin hepsinin müjdelediği kutlu Nebî’nin dünyayı teşrifini, en çok da kız çocukları bekliyor. Yavrusunun ardından ağlayan gözlerle bakan, onu götüren eşine bir daha muhabbetle bakamayacak olmanın ağırlığı ile hizmet etmek zorunda kalan hanımlar bekliyor.

Sadece “köle” olduğu için her türlü işkencenin üzerinde uygulanması normal görülen bedenler bekliyor.

Kâbe garip, Kâbe sessiz ve hüzünlü.

Avlusunda fütursuzca işlenen binbir çeşit günahın ağırlığıyla, önünden çekilerek dayıya götürülen kız çocuklarının yakarışlarıyla bekliyor.

Semâve Vadisi’nin taşsız çölleri, suya kavuşmayı bekliyor.

İran tapınaklarında bin yıldır yanan ateş, sönmeyi bekliyor.

Takdis edilmenin ağırlığıyla akan Sâve Gölü, Rabbine karşı mahçub bir edâ ile suyunun çekilmesini bekliyor.

Şark ve Garb, nûr ile aydınlanmayı bekliyor.

“Levlâke levlâk; lemâ halaktul eflâk: Sen olmasaydın, Sen olmasaydın; felekleri (Kâinâtı) yaratmazdım!” diyen âlemlerin Rabbi, bütün bekleyenlere Habibullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gönderiyor.

Aylardan Rabîülevvel, günlerden Pazartesi…

Mekke’de bir ev ve tertemiz bir soy…

Zâlim Ebrehe’nin yüzüne karşı:

“-Ben develerin sahibiyim. Kâbe’nin sahibi ise, Allah’tır ve O -celle celâlüh- kendinin olanı koruyacaktır!” diyecek kadar Rabbine teslim bir dede: Abdulmüttalib.

Kurban edilmeye giderken babası Abdulmüttalib’in ardından İsmailcesine yürüyen ve uğruna yüz güzel deve kurban edilen bir baba: Benî Haşim kolundan Abdullah b. Abdulmüttalib…

Ahlâkı ve soyluluğu ile göz dolduran bir anne : Hazret-i Âmine…

Toprak çorak ve verimsiz; belki de üzerinde işlenen onca günahın ağırlığıyla kurak ve çatlak... Bir pınar bekliyor o da, damarlarında dolaşacak; üzerindeki tozu süpürüp atacak bir kaynak bekliyor.

Beklenen şefkatli Nebî, gökyüzünü aydınlatan Güneş gibi doğuyor bu toprağın üzerine…

Kız çocukları korkmuyor artık topraktan... Üzerinde oyunlar oynuyor, sevinçle koşturuyor ve onları gerçekten de dayıya götürecek olan babalarına sımsıkı sarılıyorlar.

Ve toprak aslına dönüyor...

İnsanlıkla yaptığı savaşta sessizliğe gömülen Kâbe, aslına dönüyor.

Umutlar yeşeriyor, bütün yüreklerde…

Yaşadığı devri câhiliyyeden, saâdet asrına döndürebilecek olan zamanın ışığı geliyor.

Bilal-i Habeşî’nin siyahî teni, taşlar altında kalsa dahî, aşkla inliyor artık…

Yağmur oluyor üzerimize, bereket yağdırıyor bozulan düzenimize…

O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geliyor.

İnsanlık için geliyor.

Her gün yeniden doğabilmemiz, bir günümüzün diğerine denk olmaması için geliyor.

Hasretler O’nunla değer kazanıyor ve bu ümmet, O’nun kadar kimseyi özleyemez oluyor.

* * *

“-Ben olsaydım…” diyerek, yüzyıllar sonra gelen şâirlerin dizelerine ilham olmak için geliyor.

Asırlar sonra gelen kız çocukları, babalarının şefkatli bağrında şu dizeleri söylüyor:

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,

Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,

Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,

Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,

Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,

Bahira’dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,

Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,

Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,

Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,

Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,

Bâtılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,

Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...

(Nurullah Genç)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle