Tekfir Etme Hastalığı

Ben gelmedim dâvî için,

Benim işim sevî için…

Dostun evi gönüllerdir,

Gönüller yapmaya geldim!

(Yûnus Emre)

 

Müslümanları şahsî veya cemiyet plânında ayrıştıran bir faktör de tekfir meselesidir. Tekfir, müslüman olduğunu ifade eden bir kişinin, herhangi bir söz veya davranışı sebebiyle “kâfir” olarak yaftalanmasıdır. Îmânın esasları bellidir, küfrün özellikleri ve küfre götüren yollar da asırlar öncesinden ince ince tesbit edilmiştir. Ancak uzun asırlardan beri kimi insanlar, mânevî bakımdan taşıdığı büyük bir riski hatırlarına getirmeksizin, şahısları veya toplulukları rahatlıkla tekfir edebilmektedirler.

Birisinin “küfre kaydığı hususunda” karar verecek, onu îkaz, irşad ve ıslah edecek kişinin ilimde derinleşmiş, ehil biri olması gerekmektedir. Bu söz, herkesin herkes hakkında ulu orta sarf edeceği basit bir hüküm ve değerlendirme cümlesi değildir. Bir kişinin “kâfir sayılmasıyla” hem dünyevî, hem uhrevî bakımdan pek çok hüküm/durum ortaya çıkar.

Ehl-i Sünnet âlimleri arasında şöyle bir kanaat vardır: “Bir kimsenin kâfir olduğuna dair doksan dokuz; müslüman olduğuna dair bir delil bulunsa, müftünün, o kişinin müslüman olduğunu gösteren bir delille amel etmesi gerekir.”

Aksi hâlde insanlar arasında huzur, güven olmaz. Herkes kendi hakkında “birilerinin” ne dediğine kulak kesilmeye başlar ve tedirgin bir şekilde bekleyiş devam eder. Böyle bir ortamda kimse güvende değildir.

İslâm, insanın zâhirine göre hükmeder. Yani dıştan, alenî bir şekilde insanların yanında ne söylediğine, ne yaptığına bakar. Kafasının içinde, kalbinin derinliklerinde gizlediklerini sadece Allah bilir. Nihâî hüküm, Allâh’a havale edilir.

Bir insanın farklı şekilde anlaşılıp değerlendirilebilecek söz ve davranışlarına bakıp o kimseyi, ulu orta küfürle, münâfıklıkla itham etmek ve bunu bir alışkanlık hâline getirmek, îmânî ve psikolojik bir hastalıktır. Çünkü bunda kendisinden çok başkalarıyla meşgul olmak gibi bir rûhî bozukluğun yanında, cehâlet, kibir, kendini beğenme, başkalarına hayat hakkı tanımama gibi mânevî hastalık işaretleri de bulunmaktadır.

Ayrışmak, ayrıştırmak çok kolaydır. Bölünmek, tartışmak, ötekileştirmek basittir. Çünkü nefsin hoşuna giden, şeytanın destek verdiği meselelerdir bunlar... Şeytan ayrılıktan (tefrikadan) hoşlanır, onunla mutlu olur, onunla beslenir. Birlik, beraberlik, muhabbet, hürmet, kardeşlik, paylaşma, hoşgörü ve anlayış; şeytanın hiç hazzetmediği duygu ve düşüncelerdir.

Müslüman her hâlükârda müslümanları kardeş görmeli, onları kucaklamalı, gönlünü ve bağrını onlara açmalıdır.

Tekfîr etmenin temelinde eleştirmek vardır. Başkalarını eleştirdikçe rahatlayan insanlar, aslında başlı başına tehlike saçan kimselerdir. Hakkı, hakikati savunmak maskesi altında, kalp kıran, gönüller arasına nifak sokan, fitne ve fesada sebep olan hâl ve hareketler, ıslah etmekten çok, ayrılık ve nefrete yol açar.

İnsanların eksikleri, hataları, yanlışları olabilir. Müslümanın da iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak gibi bir vazifesi vardır. Yanlış ve günahı gören bir müslüman, elbette hiçbir şey olmamış gibi davranamaz. O günahla, o hatayla meşgul olur; ama günahkârı kaybederek, onu düşman hâline getirerek veya dinden nefret eder bir şekle sokarak değil!..

Din Allâh’ındır, kimsenin tekelinde değildir. Kimin “daha dindar” olduğunu, ancak Rabbimiz bilir. Elbette dînin net, kesin ve değişmez birtakım özellikleri de vardır. O şeklî özelliklere göre, insanlar hakkında birtakım kanaatlere ulaşmak mümkündür. Ama kalpleri, niyetleri en iyi bilen Rabbimiz, insanların muttalî olmadığı bu yönleriyle âhirette herkes hakkında nihâî hükmünü verecektir.

Sürekli tekfîr etmek, psikolojik bir rahatsızlıktır. İçinde kibir tohumları barındıran, tehlikeli bir durumdur. Kibrin psikolojideki karşılığının, “narsizm” olduğunu söyleyebiliriz. Yani karşısındakini hep küçük, kendisini de her zaman haklı ve büyük gören… Başkasını ezdikçe, ona tahakküm ettikçe mutlu olan, zevk alan, tatmin olan kişilik bozuklukları…

Aslında bütün aşağılama çabalarında benzer bir durum söz konusudur. Karşıdaki kişiyi aşağıladıkça farkında olsun ya da olmasın kendini yücelttiğini sanan bir nefis çıkar karşımıza...

Birisine “Kâfir!” diyen kimse, İslâmî açıdan en ağır sözü söylemiş, en büyük hakareti etmiş demektir. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sözü söyleyen kimseleri şöyle uyarır:

“Bir kimse müslüman kardeşini tekfîr ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner.” (Müslim, Îman, 26)

Yani söylenen kişi ya gerçekten kâfirdir ya da söyleyen kişi, kardeşine iftira attığı için o söz geri dönmüş, onu bulmuş ve onu kâfir yapmıştır.

O hâlde mü’min, sözünü tartarak söylemelidir. Kızgınlığı ve öfkesi de Allah için olmalı; bir anda parlayarak hakaret ettiği kimselerin günahını ve vebâlini yüklenmemelidir.

Peygamber Efendimiz, savaş hâlinde bile, “Ben Müslümanım!” diyen kişinin üzerine gidilmemesini emretmiştir. Hattâ tam ölmek üzereyken müslüman olduğunu söyleyen kişiye:

“-Sen ölümden korktun da müslüman oldun, aslında kalben müslüman olmamıştın!” diyerek onun canına kasteden kişileri:

“-Kalbini yarıp da baktın mı?!” diyerek azarlamıştır. (Bkz. Müslim, Îman, 158)

Bizim için asıl olan, insanların kendilerini ne olarak kabul ettiğidir. İç dünyasında gizledikleri, Allâh’a kalmıştır.

Başka bir hadîs-i şerîfte:

“Herhangi bir müslüman diğer bir müslümanı tekfir ettiğinde, o (gerçekten) kâfirse kâfirdir. (Sözü yerini bulmuştur.) Değilse, kendisi kâfir olur.” buyrulur. (Ebû Davûd, Sünnet, 15)

Demek ki dilimizden çıkanlara dikkat edeceğiz. Önce kalbimizdeki hastalıkları tedavi edeceğiz. Zira içeride ne varsa, dışarıya ancak o sızar. Başkalarıyla değil, öncelikle kendi günahlarımızla uğraşacağız.

Her insanın yaptığı, kendisine göre güzeldir, doğrudur. Ama söz ve davranışların mihenk noktası, Kitap ve Sünnet’tir. Onlara göre doğru ve güzel olan şeyler, meşrûdur. Kendi düşünce, alışkanlık, istek ve arzularımıza göre doğru ve güzel olanlar değil!.. Belki bizim doğrumuz yanlış, bizim güzel gördüğümüz şey çirkin olabilir. O yüzden çevremizdekileri tenkit ve tekfîr etmeden önce, neyin doğru ve güzel olduğunu, kaynağından öğrenmeliyiz.

Şeytan, insanı kandırmak için binbir hile ve tuzak kurar. Müslümanları rencide etmek, onlar hakkında sû-i zanda bulunmak, düştüğü hatalar sebebiyle gıybet ve dedikodularını yapmak ve nihayet insanlar arasında bir kişiyi tekfîr etmek; şeytanın mü’min kardeşler arasına yerleştirdiği tuzaklardan birkaçıdır. Bu yollarla nice insan, birbirinden ve İslâm toplumundan uzaklaşmış, niceleri şeytanın kucağına terk edilerek onun oyuncağı hâline getirilmiştir. En acısı da bütün bunlar, din gayretiyle ve “Allah rızâsı için” yapılmaktadır.

Oysa tarih nice tefrikanın, nice zulüm ve haksızlığın, nice kavga ve savaşın; şeytanın süslemesiyle “Allah rızâsı uğruna” yapıldığının misalleri ile doludur. O yüzden müslümanlar uyanık olmalı, Allâh’ın rızâsının nerede olduğuna dikkat etmeli; nefislerinin ve şeytanların tuzağına düşmemelidir.

Son sözümüz, Allah Teâlâ’nın yüce kelâmı olsun:

“Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin! Sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz, iktidarınız) gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 46)

PAYLAŞ:                

Ayse Gunduz

Ayse Gunduz

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle