Senin, Benim Ve Onun Yeri

İslam, fıtratı koruma dinidir. Fıtrat ise, Allâh’a en yakın olma hâlidir. İnsanın dünyaya geldiği ilk hâli; günahsız, temiz ve saftır. Dolayısıyla sonradan öğrenilen ve davranış kalıbına dökülen her şey, insanın bu temiz fıtratına uygunluğu nispetinde, insanı Allâh’a yaklaştırır.

Bu sebeple İslâm’ın prensipleri, aynı zamanda “fıtratı korumaya” yöneliktir. Fıtrat, yani doğuştan kazanılan temel haklar; kişiye mahsustur; devredilemez ve dokunulmazlığa sahiptir. İslâm; bu temel hakları; can, mal, akıl, din ve nesil olarak sıralamış ve bütün prensiplerini bu beş temel esası korumaya mâtuf kılmıştır.

Yaratılış ve insan fıtratının aksine yapılan her fiil, İslam süzgecinden geçirilmelidir. Zira yaratılışına ve dolayısıyla İslâm’a aykırı bütün davranış modelleri, aynı zamanda bizatihî insanın kendi yok oluşudur.

İslâm, doğup geliştiği bölgelerin dışında yayılmaya başladığında, meselâ Hindistan, Bizans, İran gibi yeni fethedilen topraklarda çok köklü ve eski medeniyetlerle karşılaştı. Bunları ne olduğu gibi kabul etti, ne de tamamıyla reddetti. Orta bir yol tuttu; İslâm’a ve insan tabiatına aykırı unsurları ayıklayarak; fıtrata ve kendi temel değerlerine uygun olan bilgi, örf ve âdetlere müsamaha ile yaklaştı. Böylece farklı ırktan, farklı renk ve kültürdeki pek çok insan, kendi toplum ve değerleriyle İslâm’ı te’lif etme imkânı buldu. Bu da İslâm açısından büyük bir zenginlik ve farklı bir mozaik oluşmasına zemin hazırladı.

İslâm, içinde doğup yeşerdiği Arap toplumunda da aynı şekilde var oldu. Arapların “putperestlik” ve “kız çocuğunu gömmeye varan” bakış açılarına karşı tavizsiz bir mücadele başlattı. Ama onların örfünde olan pek çok unsura da, temel değerlerine zarar vermediği müddetçe hoşgörüyle yaklaştı.

İslâm’ın dünya çapında pek çok toplum tarafından sevilmesi, beğenilmesi ve sahiplenilmesinin altında bu bakış açısı ve esneklik yatmaktadır.

Bugün de durum çok farklı değildir. Batı toplumlarında doğup gelişen çeşitli felsefî akımlar, bilim ve teknolojik gelişmeler, bütün dünyayı şekillendirdiği gibi, İslâm toplumlarına da az-çok tesirde bulunmuştur, bulunmaktadır.

Müslümanların bu farklı kültür ve medeniyet anlayışına karşı tavrı ne olmalıdır? Her şeyi olduğu gibi kabul mü etmeli, yoksa top yekün karşı mücadeleye mi geçmelidir? Aslında iki durum da hayatın gerçeklerine uymadığı gibi, sürdürülebilir değildir. Gözümüzü olup bitenlere kapatmak, onu yok kılmaz. Biz kendimizi bir şekilde korusak da, etrafımızı ilelebet böyle korumak mümkün değildir. Öyleyse metodumuz ne olmalıdır? Tıpkı İslâm’ın daha önce asırlar boyu tatbik ettiği ve insan fıtratına uygun olan metodu, bugün de kullanmak sûretiyle...

Biraz önce saydığımız, İslâm’ın korumayı en temel gâye olarak belirlediği unsurları başa alır ve insanın fıtratına uygun olanları kabul eder, ona zarar verecekleri ise tavizsiz reddederiz. İçinde zararlı unsurlar bulunan “karışık malzemeyi” ise, ıslah edip alternatifini oluşturarak bünyemize dâhil ederiz. Böylece en az zararla, en yüksek fayda temin edilmiş; zamanın ihtiyaçları karşılanırken kendi özümüzü de kaybetmemiş oluruz.

Kimi zaman popüler kültür, kimi zaman kapitalizmin insanları sürüklediği birtakım yetersizlik duyguları ya da kişinin içinde bulunduğu sosyal çevre, insanın dînî hayatını ve yaşayışını tesir altına almaktadır. İnsan, bazen tek başına kaldığı zaman bir “irâde zaafiyeti” göstererek tesir altında kalır; bazen de tek başına olduğu zaman toplumun genelinden daha büyük bir irade ve kararlılık gösterebilir.

Toplumu oluşturan halkalar, tek başına bir “insan”dan ibarettir. O insan, ne kadar bilgili, şuurlu ve uyanıksa; toplum da o kadar zinde ve güçlü olur. Bu diriliği, gönüldeki “halk içinde Hak’la beraber olma” esası temin eder. Şuurlu insanların da birbirlerinden güç alması, görüş ve faaliyetlerini birleştirmesi gerekir ki, buna “sâlih ve sâdık insanlarla birlikte olma” esası diyebiliriz. Böylece ferd cemiyeti, cemiyet ferdi karşılıklı dokur.

Günümüzde ferdiyetçilik özendirilmiş, insanın kendi ihtiyaç ve menfaatleri, her şeyin üstünde ve ötesinde tutulmuştur. Bu erkekler için böyle olduğu gibi, kadınlarda da aynı tesiri göstermiş; kadınlar “kendi işini kendi görmeye”, “kendi ayakları üstünde durmaya” zorlanmıştır. Mahremiyet ve âile içi dengeler îcabı, uzun bir zamandır geri plânda kalan kadın, bugün ısrarla sokağa, hayatın odağına çekilmeye çalışılmaktadır.

Bunun için sık sık “kadın-erkek eşitliği”, “ilerlemenin bütün cinslerin birlikte gayret göstermesi ile olacağı” şeklinde sloganlar tekrar edilip durmaktadır. Kadınlar, fıtratlarına aykırı olsa da pek çok iş kolunda erkeklerle aynı şartlar altında çalışmaya zorlanmakta; bu hoyrat ve maddeci bakış açısından nâzenin yapısı ile birlikte çocuk ve âile de nasibini almaktadır.

Çok yakın bir zamana, bundan yirmi-yirmi beş yıl öncesine baktığımızda, özellikle hanımların toplumdaki konumu daha insanî, daha İslâmî ve daha fıtrata uygun idi. Erkeklerin hâkim olduğu bir toplumda, farklı komplekslere girerek “kendini ispat etme” kaygısı taşıyan ve taşıttırılan kadın, kendine has karakteri, fıtrî farklılıkları hesaba katılmadan ve hatta onun aslî özellikleri unutularak yeni bir rol içine itilmiş oldu.

Âdeta bu konuda “sun’î ihtiyaçlar” îcad edildi ve bu ihtiyaçlar konusunda da kadın ve toplum bir tür “iknâ odasına” sokuldu. Arkasından da aslında “olmayan” bu ihtiyaçların giderilmesi için kadının toplumsal rolü ile oynandı. Oysa hiçbir zaman kadın-erkek mevzularını; bir “eşitlik” ve “karşıtlık” bağlamında ele almamak gerekir. Çünkü her iki taraf, yaratılış itibariyle birbirinin rakibi değil, bir bütünün ayrı parçaları ve birbirinin tamamlayıcı unsurlarıdır. Ne zaman kadın ve erkeği, sadece kendi içinde ve birbirinden ayrı düşünmeye başlarsak problemler büyür ve içinden çıkılmaz bir hâl alır.

Bugün kapitalizmin “daha çok kazanmak” ve “daha çok tüketmek” anlayışı üzerine kurulu tüketim mantığının acımasız dişleri arasında kadın, “ezilen” ve “sömürülen” bir varlık hâline geldi. Anne-babaların, “Evladım kendi ayakları üzerine dursun, kocasına bile muhtaç olmasın!” düşüncesiyle, sabahın karanlığında evden uğurladıkları genç kızlar, akşama kadar insafsız bir sistemin kurbanı olmakta, akşam da tükenmiş bir şekilde evine dönmektedirler. Böyle bir nesilden nasıl fedakâr bir annelik ve nasıl sağlıklı bir âile yuvası beklenebilir?

Bırakalım biraz eşler birbirine muhtaç olsun. Bırakalım kızlarımız, oğullarımız; anne ve babalarına ihtiyaç duysun. Bu denli hürriyet düşkünü (!) olmak, birbirimize saygımızı, fedakârlığımızı, canımızdan öte varlıklarımızı düşünmemizi engelledi maalesef…

Bir market kasasında, bir mağaza tezgâhında veya hanımlar için ağır sayılabilecek diğer işlerde uzun saatler boyunca çalışmak zorunda kalan gencecik kızlarımız, neden kendi başlarına bırakıldılar? Onların babaları, ağabeyleri, kardeşleri, kocaları nerede? Bu evlâtlarımız, belki hâllerinden memnun gibi görünseler de, böyle bir hayat akışına normal bir insanın dayanması ve bu hayatı, bir ömür boyu sürdürebilmesi mümkün mü? Diyelim ki, “emekli olana kadar” böyle yaşadı; acaba ne kadar mutlu bir insan, ne kadar mutlu bir kadın, daha da önemlisi ne kadar mutlu bir anne veya eş oldu bu hayat tarzında?!

Biz bu noktaya nasıl savrulduk? Bu yolun Batıdaki yolcularının nasıl bir enkaza dönüştüğünü, âile ve toplumun ne hâlde olduğunu görmemize rağmen, nasıl oluyor da gözleri kapalı ve doludizgin bu fecî âkıbete sürüklenmeye devam ediyoruz?

Yavrularımız, bizim gözbebeklerimizdir. Onların her türlü derdi, bizim derdimiz; sevinçleri ise bizim hayatımıza değer katan en tatlı anlarımızdır. Onların dünyalık ihtiyaçlarına gereğinden fazla odaklanarak, gerçek hayat olan âhireti unutuyorsak; bu nasıl bir evlat sevgisi ve nasıl bir anne-babalıktır?

“Kadın hiç mi çalışmasın?”, “Hep başkalarının eline mi baksın?” Elbette kadın da çalışacak; ama fıtratına uygun işlerde ve gücü nisbetinde… Birilerinin oyuncağı olmadan ve sömürü vasıtasına dönüşmeden… Kadınlığını ve anneliğini zedelemeden…

Kadınlar, gerçek mânâsıyla ne kadar mutlu ise, toplum da o kadar mutludur. Annenin yüzü ne kadar gülüyorsa, çocukların yüzünde de o kadar tebessüm çiçek açıyordur.

Akıllı insan, kötülüklerin neticesini hep deneye-yanıla öğrenmez. O hataya düşenlerin hüsran dolu âkıbetlerinden kendisine lâzım olan dersi çıkartır ve hayatını ona göre tanzim eder. Aksi hâlde kendisi de başkaları için “ibretlik hâle” gelir.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle