Rûhum Açlıktan Ölmek Üzereyken

Yıllar önce Avrupa’dan Aziz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’muza geldiğinde tanışmıştık Sofya kardeşimle… Hoca-talebeden öte, kardeş ve arkadaş olmuştuk. Yaklaşık dört ay Siyer-i Nebî derslerimiz oldu. Her dersi âdeta îmânını inşâ ve aşkla yaşama gayreti içinde dinlerdi.

Bir gün gözyaşları ile:

“-Hocam, siz anlatırken dersleri çok iyi anlıyor ve hissediyorum. Fakat akşam olunca aklıma çok kötü sorular geliyor. İçime şüphe doluyor. Acaba benim îmânımda bir eksiklik mi var?” diye sormuştu.

O günlerde Riyâzü’s-Sâlihîn kitabında okuduğum bir hadîs-i şerîfte ashâb-ı kiramdan birisinin içindeki binbir türlü vesvese ve soruyla boğuştuğunu, bunu Peygamber Efendimize haber verdiğinde, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“-İşte bu, îmânın ta kendisidir!” buyurduğunu kendisine anlatınca, sevinçle boynuma sarılmış:

“-Bu hadîs, benim bütün dertlerimi bitirdi. Peygamberimin hayatında, benim başımdan geçecek şeye bile örnek var. Bu ne güzel bir din!” demişti.

Ondaki bu îman heyecanı bana çok tesir etmişti. Hele bulunduğu ortamda bir Kur’ân okunsun, gözyaşları sel olur, kucağını ıslatırdı.

“-Kur’ân dinleyince kalbim âdeta kaynayıp coşuyor! Kendimi durduramıyorum, gözyaşlarıma hâkim olamıyorum!” derdi.

Bu güzel müslüman, daha sonraları, kendi îmânına vesîle olan güzel bir müslümanla evlendi ve üç güzel yavruları oldu. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye geldi ve bu defa röportaj yapmaya kendisini zorla da olsa iknâ ettik.

O, bu asrın Mus’ab’larından sadece bir tanesi… Hikâyesini kısaca özetleyecek olursak; babası, âile şirketini işleten zengin bir katolik... Annesi ise, ateist ve sözde feminist… Avrupa’nın göbeğinde, zengin bir âilenin tek çocuğu iken rûhunun buhranıyla boğuşmuş yıllarca… Tâ ki, Cenâb-ı Hak ona “hidâyet” denen âb-ı hayatı ikram edince rûhu dirilmiş, aradığı huzuru İslâm’ın serin gölgeliklerinde bulmuş.

Buyurun, ibretlik bir hidayet yolculuğuna daha şahitlik etmeye…

 

Sofya kardeşim, bize İslâm’a girene kadar geçen hayatından biraz bahsedebilir misin?

Avrupa’da doğup büyüdüm. Babam katolik, annem de ateist ve kendini kadın hakları için mücadele etmiş biri olarak görüyor. Babam, âileden gelen bir zenginliğe sahip… Babaannemin çok parası vardı. Parasının bir kısmını kilitli odalarda, kasalarda saklar, anahtarı da hep cebinde dururdu. Hiç harcama yapmazdı. Cimri birisiydi. Ama vefat edince o çok sevdiği paraları, kasalarının anahtarını yanında götüremedi. Ben bu manzaradan çok etkilenmiştim.

Biz bu dünyada sadece para kazanmak için çalışıyor, sonra da ömür boyu biriktirdiklerimizi bırakıp gidiyorduk. Bu, hiç mantıklı değildi. Ben böyle bir hayat yaşamak istemiyordum. İnsanın yaşamasının bir maksadı olmalıydı. Bu maksat, maalesef bizim hayatımızda yoktu ve boşluk beni çok bunaltıyor, hatta rûhumu sıkıştırıyordu.

Babam, birkaç asırlık âile şirketini yönetiyor. Ben, evin tek çocuğuyum. Annemle babam bana mutlu bir âile olamadılar. Beraberken de sürekli küs dururlardı. Bu manzara beni çok üzerdi. Ben 12 yaşındayken ayrıldılar. Bu, benim için zor bir şeydi, ama rahatlamıştım. Çünkü beraberlerken onların durumlarına şahit oluyor ve daha çok üzülüyordum.

Boşandıkları zaman da kimin yanında kalacağım problem olmuştu. Bana:

“-Kimin yanında kalmak istersin?” diye sordular.

Ben de birer hafta dönüşümlü olarak ikisi ile kalmak istediğimi söyledim. Bir müddet sonra bu süreç beni yormaya başladı. Daha sonra annemin yanında kalmaya başladım. Babam buna çok üzüldü. Fakat bunun sorumlusu ben değildim. Daha sonra her ikisi de başka insanlarla yaşamaya başladı.

Benim yaşadığım bu stresli hayat, Avrupa’da yaşayan birçok çocuğun veya gencin yaşadığı hayattan farklı değildi. Âile mefhumu, maalesef bizim kültürümüzde geçerliliğini yitirmiş durumda... Daha sonra üniversiteye başladım, ama yine huzursuzdum. İngilizce bölümünde okuyordum. İçim çok huzursuz, ben mutsuz, rûhum âdeta ağlıyordu. Benim çevremdeki bütün gençler de böyleydi.

 

Şimdi buradaki birçok genç, “Zengin olsam Avrupa’daki gençler gibi özgür yaşasam, çok mutlu olacağım!” diye düşünüyor. Halbuki sen onların hayalindeki gençliği yaşamışsın; zenginlik var, özgürlük var! “Avrupa’daki gençler neden bunalımda?” diye sorsak, gençlerimiz adına…

Bu bunalımın en büyük sebebi, bence âilelerin çocuklarla küçüklüğünde az çok ilgilenip daha sonra 18 yaşına gelen gençleri bir anda yüzüstü bırakmaları olabilir. Gençler üniversiteye başladığı zaman âileler maddî desteği bırakırlar. Gençler hem okur, hem kendi geçimleri için para kazanmak durumundadır.

Ama asıl en büyük sebebi, tabiî ki din boşluğu, îmansızlığın acısı diye düşünüyorum.

Ben de o yıllarda psikolojik bunalıma girdim. Anksiyete oldum. Rûhum bomboştu. Bunu siz anlamazsınız! Hiç îmansızlığı yaşamadığınız için ruhtaki îman boşluğunun insana nasıl sıkıntı ve acı verdiğini bilemezsiniz. Etrafımdaki bütün gençler, ruhlarındaki bu boşluğu doldurmak için kimisi yoğun şekilde spor yapıyor, kimisi yogayla meşgul oluyordu. Bazısı da eğlencenin her türlü pisliğine dalıyordu.

Ben de sık sık seyahat ediyordum. Seyahat edince biraz düzeliyordum. Eğer sürekli gezmez veya hareket etmez, bir yerde pasif kalırsam tekrar rahatsızlanıyordum. Beni harekete geçiren şeyin sonuna varınca, yine içimdeki boşluk ile karşılaşıyordum. Yani spor yapıyorsunuz, yapıyorsunuz, sonu yok! Yine boşlukta geziyorsunuz. Sonuç yok, sonu büyük, kapanmayan bir boşluk… Müslüman olunca anladım ki, müslümanlarda yapılan menfî veya müsbet her şeyin sonucunda, Allah ile berabersin. Yani kulsun. Müslüman değilsen dipsiz bir boşluk…

Kendimle fazla başbaşa kalmamak için dünyayı gezmek üzerine bir işle meşgul olmak istiyordum. Bu sebeple değişik yabancı diller öğrendim.

Fakat babam, fabrikalarında kendisiyle çalışmamı istiyordu. Belki de kendisinden sonra o işi tamamen bana bırakmak istiyordu. Çünkü benim başka kardeşim yok…

Ben ise böyle bir şeyi kesinlikle istemiyordum, çünkü sunulan bu seçenek, maddî kazançtan öte, âdeta dipsiz bir kuyu idi. Son bir çare olarak Paris’te tercümanlıkla ilgili büyük bir sınava girdim, ama başarılı olamadım ve bu beni çok üzdü. Sanki dünyam başıma yıkılmıştı. Dünyada sanki yapacağım hiçbir şey kalmamış gibiydi.

 

Aslında paraya ihtiyacın yok; zengin bir ailenin kızısın. Niye bu kadar üzüldün?

Genel olarak Avrupa’da insanlar bencil ve hodgâm… Sadece egoistçe kendinizi düşünmeniz telkin ediliyor. Bütün Avrupa ülkelerinde üniversiteyi bitirdikten sonra artık çalışmak zorundasın. Hattâ 18 yaşından itibaren bu böyledir. Erkek-kadın fark etmez.

Evet, çok zengindik. Fakat babam zengin… İstemediğim bir ortamda yaşamamak için kendi hayatımı bizzat kazanmak zorundaydım. Bu sınav, benim için büyük bir umut kapısıydı. Sınavda başarılı olamayınca annem beni babamla birlikte çalışmam için ikna etti. Ben de çaresizlik içinde “tamam” demek zorunda kaldım. Âile şirketinde yeni sorumluluklarımı üstlenmek için ticaret ve işletme sahasında gönülsüz olarak bir eğitime başladım. O zamanlar çok üzülüyordum; arzu ettiğim kapılar kapanmış, üstelik hiç arzu etmediğim bir yola girmiştim. Her şeye kâdir olan Rabbim, beklenmedik bir şekilde burada eşimle ve dolayısıyla İslâm’la tanışmamı nasîb etti.

Eşimle aynı sınıftaydık. Hayatımda ilk defa bir müslüman tanımıştım. Bu yüzden ona sürekli İslâm’la ilgili sorular soruyordum. İkimiz bir grup çalışmasında beraber çalışmak durumunda kaldık. O zaman onu daha yakından tanıma fırsatım oldu.

 

Zevciniz, müslüman olduğu için mi ona sorular soruyordunuz yoksa onda İslâm’ı çağrıştıran, beğendiğiniz bir şey mi oldu da onunla İslam hakkında konuşma ihtiyacı hissettiniz?

Önceden de müslüman Araplarla tanışmıştım, ama İslâm ilgimi çekmemişti. Hattâ biraz soğumuştum. Fakat eşim çok farklı idi. Ahlâkı çok güzeldi. Tanıdığım başka insanlara hiç benzemiyordu. O, hayatını İslâm’a göre ayarlıyordu. Bu hassasiyet, dışarıdan hemen fark ediliyor ve onu diğerlerinden daha seçkin hâle getiriyordu. Meselâ diğer sınıf arkadaşlarımız, müzik, disko ve eğlence üzerine bir hayat yaşıyordu. Ben önceden beri bu tür hayatı sevmezdim. O da benim gibi, bu tür şeylerden hoşlanmıyordu. Sadece işi ile meşgul olurdu. Diğer sıradan gençler gibi değildi, bulunduğu yerde farkını hissettirirdi.

Bu güzellikler, ona İslâm vasıtasıyla gelmişti. Diğer gençlerin basit ve bayağı dünyevî zevklerinden uzak bir hayat sürüyordu. Bir gün ikram edilen suyu içmediğini gördüm. Sebebini sorduğumda:

“-Ben oruçluyum. Bu ay, müslümanlar için mukaddes olan Ramazan ayıdır.” dedi ve biraz Ramazan’dan bahsetti. Bunun üzerine ona:

“-Diğer ibadetleriniz nasıl?” diye sordum.

Namazdan bahsetti. Anlattıkları benim çok hoşuma gitmişti. Ondan İslâm’ı anlatan bir kitap istedim. O da ertesi gün Osman Nûri Topbaş Hocamızın İngilizce’ye çevrilen “İslâm Îman İbadet” kitabını bana hediye olarak getirdi.

Kitabı okudum. Okudukça bambaşka âlemlere daldım. Çok etkilendim. Bu kitabın içinde beni mest eden bir şey vardı. Çok harika bir şeydi. Ama o harika şey, benim için değildi. Ben bu hârikulâde şeyden mahrumdum. Bu hârikulâde şey, sadece müslümanlar içindi ve ben müslüman değildim… (Ağlıyor.) O an, “Ben niye müslüman değilim?!” diye ağladım.

 

Bu kitapta sende olmayıp sadece müslümanlarda olan ne vardı?

Bu kitapta Allâh’ın sevgisi vardı ve ben bu sevgiden mahrumiyetin sıkıntılarını yıllardır çekiyordum. Bu mahrumiyetin boşluğu ile yıllardır psikolojik ilâçlar kullanıyordum.

İşte o an Allah sevgisini içimde hissetmiştim. Ama o bana ait değildi. Günlerce ağladım. Bu sevginin belki ufacık bir kırıntısını hissetmiştim sadece… Fakat beni alt-üst etmeye yetti.

Ben çocukluğumdan beri birçok zenginliğe sahiptim, ama hiç sevgiye sahip olamadım. Annem-babam da ayrılınca bu sevgi ihtiyacı hiçbir şeyle dolmamıştı galiba...

Sonra müslüman olmaya karar verdim. Ancak bu nasıl olacaktı? Babam beni fabrikasının başına geçirmek için sabırsızlanıyordu. Annem, koyu bir ateist ve din düşmanıydı. İslâm ise güzel, ama ciddî gayret gerektiren bir dindi. Bu dîni tek başıma, böyle bir çevre içinde yaşamam çok zor görünüyordu. Bu zorluğu taşıyacak gücün bende olmadığını düşünüyordum.

Günlerce düşündüm. Hayatımın en zor karar aşamasındaydım. Çözümün müslüman olmamda olduğunu, bu yolun dosdoğru yol olduğunu biliyordum. Ancak çok korkuyordum. Korkum, müslüman olmak değildi. Müslümanlığı seçtikten sonra başıma gelecek şeylerden korkuyordum. Etrafımdaki insanları çok yakından tanıyordum ve onların buna tahammül edemeyeceklerini çok iyi biliyordum.

Daha sonra kitabın yazarı olan Osman Nûri Topbaş Efendi’ye bir mektup yazdım. O da Avrupa’ya gelince kendisi ile görüşmem için bana haber gönderdi. Geldiklerinde kendisiyle görüştüm. Bu görüşmenin ardından kendi kendime:

“-Hayatımda bir kere cesur olmalıyım. O da şu an!” dedim ve müslüman oldum.

Ama korkuyordum, bundan sonra ne olacaktı? Bu korkum, her geçen gün artıyordu. “Şimdi ne olacak, bizimkilere ne diyeceğim?” diye düşünüp duruyordum.

O günlerde Osman Topbaş Efendi, benim Aziz Mahmud Hüdâyî Kız Kur’ân Kursu’na gelip orada eğitim almamı söyledi. Benim de yurt dışında staj yapmam gerekiyordu. Bunu bahane ederek Türkiye’ye geldim.

Hüdâyî Kursu’na gelip bir müddet burada kalarak İslâm’a dair temel eğitimimi aldım. Sizinle çok güzel siyer derslerimiz geçti. Peygamberimizi tanıdıkça sevgim artıyor ve kendimi tutamıyor sürekli ağlıyordum, o derslerde… Çok güzel günlerim geçti, orada beş ay kaldım.

İslâm’ı öğrendikçe mutlu oluyordum. Ancak bir taraftan da âileme bu durumu nasıl açıklayacağım diye korku içindeydim. Nihayet Avrupa’ya geri döndüm.

Üç ay boyunca âileme nasıl söyleyeceğimi düşünüp durdum. Babamın yanına gidip müslüman olduğumu söyleyince bana:

“-Dünyada seçebileceğin en kötü dîni seçmişsin!” dedi. “Kiliseye gidip pederle konuşsan iyi olur, sana yardımcı olur!” diye akıl verdi.

Ben de:

“-Böyle bir şeye gerek yok!” dedim.

(Babam ve annem şu an hâlâ bana akıl erdiremiyorlar. Kendi akıllarınca hak ettiğim lüks ve şatafatlı hayatı terk edip “karanlık” bir dîni seçmem, akıl ve mantık dışı, çok büyük bir hata… Babama ve anneme göre, ben deliyim! Ama bir de bana sor: Çok huzurluyum! Daha önce hiç tatmadığım huzur ve mutluluğu, İslâm’la şereflendirerek Cenâb-ı Hak bana lütfetti. Babam çok zengin, her şeye sahip… Fakat hiç mutlu ve huzurlu değil!)

 Sonra bir Noel tatilinde annemin yanına gittim, başımı da açmadım. Annem kapıyı açınca beni başı kapalı bir müslüman olarak gördü ve:

“-Sen müslüman mı oldun? Bunu nasıl yaparsın?” dedi.

Günlerce ağladı. İlk seneler herkes için çok zor geçti. Annem depresyona girdi, babam çok kızdı. Biz bu esnada evlenmiştik.

Oğlum dünyaya gelince, annem hastaneye yanıma geldi. Benim başörtümü hastanede bile açmadığımı görünce, daha çok ağladı. Ben de yeni anne olmanın hassasiyeti ile çok üzüldüm. Annem için bu dünyadaki en kötü şey, benim müslüman olmamdı. Bundan daha büyük bir felaket olamaz diye düşünüyordu. Bu durum maalesef hiç değişmedi.

Eşim, anneme Peygamber Efendimizin hayatını anlatan bir kitap hediye etti, belki İslâm’a gönlü ısınır diye… Annem o kitabı okuyunca, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir ifadeyi tekrarladı:

“-Bu kitapta geçenler, eskilerin masalları!”

Ben bu cevabı duyunca şok oldum. Çünkü Kur’ân tefsiri okurken rastlamıştım. Peygamber Efendimiz müşriklere İslâm’ı anlatınca, oradaki müşrikler de Peygamber Efendimize:

“-Bunları bize boşuna anlatma! Bunlar eskilerin masalları…” diye cevap vermişlerdi.

Annem eskiden benim samimî bir arkadaşım gibiydi. Şimdi ise amansız bir düşmanımmış gibi davranıyor. Bu da çok zor… Sizlerin âileleri müslümandır, bunu anlamanız zor… Bu yüzden hâlinize çok şükretmeniz gerekir.

Ben yine de duâ ediyorum, Allah kalbini hidâyete açsın diye… Üç-dört ayda bir, bizi ziyarete geliyor. Benim dışarıda çalışmadığımı görüyor. Üç çocukla böyle bir hayatın içinde nasıl mutlu olabildiğimi bir türlü anlayamıyor. Hattâ benim rûhen hasta olduğumu düşünüyor. Hâlbuki tam tersi, Rabbimin lütfettiği îman nîmeti ile rûhum uzun yıllar aradığı ferahlığa kavuştu.

 

Müslüman olduktan sonra, İslâm’ın en çok hangi yönünü sevdin?

Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve özellikle dinlemeyi çok seviyorum. Namaz kılmayı da çok seviyorum. Sonra Ramazân-ı Şerîf’i çok seviyorum. Fakat ilk orucu tuttuğumda çok zorlandım. Herhalde bir daha oruç tutamam diye düşündüm. Ama şimdi öyle değil, orucu çok seviyorum. Ramazan bitince çok üzülüyorum. Normal hayata dönmek istemiyorum. Hayatımın her gününü Ramazan gibi geçirmek istiyorum, Allâh’ın izniyle!..

 

Müslüman olmadan önce, bir gencin ulaşmak istediği her türlü dünyalık (partiler, moda, müzik vs.) sana serbestti. Şimdi müslüman oldun. Sence gayr-i müslimlerin hayatına özenen gençlere, âileler nasıl rehberlik etmeli ve o hayatın çirkefliğini nasıl anlatmalılar?

Öncelikle âilelerin nasıl davranması gerektiğini anlatayım: Bence âileler, çocukları için İslâmî bir çevre hazırlamalı… Bu çevre, çocukları ve gençleri tatmin etmeli… Onlar için hazırlanan bu çevre, televizyon ve internette özendirilen gayr-i müslim hayat tarzından daha ağır basmalı diye düşünüyorum.

Çocuklarım okula başlayınca çevrenin çok bozuk olduğunu daha yakînen fark ettik ve alternatif bir İslâmî okul da bulamayınca, onları okuldan aldık. Ben evde onlarla bizzat ilgileniyorum. “Ev-okul” sistemine geçtik. Yani artık evimiz okul, okulumuz ev! Bu, bizim için de onlar için de kolay bir süreç değil… Fakat yapacak başka bir şey yok, fedakâr olmamız lâzım!.

Kızım ana okuluna giderken bir kitap okumuştuk. Kitapta doğum günü pastasının üstüne neden mumlar konulduğu anlatılıyordu.

“-Eski zamanlarda insanlar, mumların kendilerini kötü ruhlardan koruduğunu düşündükleri için böyle yapıyorlarmış. Bizim dînimizde kötü ruh diye bir şey yok! Daha önemlisi müslümanlar mumla değil, Allâh’a duâ ederek korunurlar.” diye durumu açıklayınca akıllarına ve kalplerine yattı. Şimdi artık böyle bir kutlamaya özenmiyorlar.

İşte bu misalde olduğu gibi, çocuklara ve gençlere bir şeyin neden yapıldığını veya yapılmadığını onların anlayacağı şekilde ve tatminkâr cevaplar vererek anlatırsak, göz göre göre yanlışa yönelmeyeceklerini umuyorum. Bir de evlâtlarımız için çok duâ etmek gerektiğini düşünüyorum.

Çocuklarım bana müslüman olmadan önce nasıl olduğumu, hangi duygular içinde bulunduğumu soruyorlar. Onlara diyorum ki:

“-Benim rûhum o zaman çok üzgün ve mutsuzdu. Hiç huzur nedir tatmamıştım. Şimdi ise İslâm sayesinde Allah îmânı tattırdı ve kalbimi kendisine olan muhabbetle doldurdu. Artık gönlüm huzur dolu!..”

Yine onlara diyorum ki:

“-Bizim bir rûhumuz var ve bu ruh, Allâh’a ait… Sen o rûhu namazla, Kur’ân’la, oruçla besleyeceksin! O da sana iki dünyada mutluluk getirecek! Nasıl yemek yerken bedenimizi besliyorsak, ibadetlerle de rûhumuzu beslememiz gerekir. Ben müslüman olmadan önce rûhumu tam besleyemediğim için açlıktan ölecek gibiydi!..”

Onlara Allâh’ın bize lutfettiği nîmetleri anlatarak tefekkür ufuklarının gelişmesine gayret ediyorum. Çocuklarım okula gitmedikleri için onlara eğitim vermek de, tesir etmek de daha kolay oluyor. Okul derslerini bile onlara anlatırken âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden mutlaka örnekler veriyorum. Okula gitselerdi, çevreden çok etkilenirlerdi, belki biz de bu kadar etkili olamazdık. Avrupa’da çocuk yetiştirmek çok zor!.. Ezan sesi yok. Ezansız yaşamak çok zor. Çünkü insan çabuk unutuyor her şeyi… Ezan, insana dâimâ müslüman olduğunu hatırlatıyor. Orada sabah namazına zor kalkıyoruz. Ama Türkiye’de ezan sesini duyunca zevkle namaza kalkıyoruz.

Avrupa’da gençlere yönelik Kur’ân ve din kursları yetersiz. Türkiye’de imkânlar daha iyidir herhâlde... Avrupa ülkeleri çok zengin olabilirler, ama îmân yok!. Filistin gibi, görünen bir savaş ortamı yok; ancak insanların iç dünyası büyük bir savaş alanı gibi… Böyle bir ortamda bilhassa annelerin dinlerini çok iyi bilmesi ve çok gayret etmeleri gerekiyor.

 

Müslüman gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersin?

Müslüman genç, sen herkes değilsin! Senin çok kıymetli bir inancın ve mukaddes değerlerin var. Ve senin inandığın din, yegâne dosdoğru din! İşte sen de bu biricik kurtuluş yolu olan dînin için fedakâr ol ve dînini yaşamak hususunda aslâ taviz verme!

Elinizdeki îman nîmetinin çok değerli olduğunu sakın aklınızdan çıkartmayın! Allah size îmânı hediye etti. Onunla doğdunuz. Biz ona çok zor ulaştık. Ben 25 yıl îmansız yaşadım. Hayatımın en kötü, en mutsuz yıllarıydı o yıllar… (Ağlıyor.)

 

Şimdi bütün dünyada İslâm’ın önüne geçebilmek için şu sözleri tekrar edip duruyorlar: “Bütün dinler aynıdır. Hangisine inansanız fark etmez. Yeter ki sen güzel ahlâklı ve hümanist ol!” Yani bir nevî “dinler arası diyalog propagandası” yapıyorlar. Hâlbuki Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, “İnanıyorsanız üstün olan sizsiniz!” diye buyuruyor. Yani Rabbimiz bize, bizi değerli kılan şeyin İslâm’a olan inancımız ve itaatimiz olduğunu haber veriyor. Demek ki, biz diğerleri ile aynı değiliz. İnanç bazında onlarla uyumlu, onlara hoşgörülü veya inancımızı pazarlık konusu yapacak, taviz verecek bir diyalog hâlinde olamayız. Biz her zaman İslâm kimliğimizle var olmalıyız. Öyle değil mi?

Allâh’ın bize ihsân ettiği îmân nîmetinin önemini tekrar hatırlamamıza vesîle olduğun için teşekkür ederiz Sofya kardeşim. Allah senin vasıtanla birçok insanın gönlüne hidâyet kapıları açsın, inşâallah!

Âmîn, inşâallah! Ben de teşekkür ederim. Son olarak ilâve etmek istediğim önemli bir husus var.

Bu kutlu yola sonradan erişenlere Osman Nûri Topbaş Hocamızın şu mesajını iletmek istiyorum, şartlar ne olursa olsun unutmasınlar ki, “Allah var, gam (stres) yok!”

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle