Ramazan Umresi

Ana hatlarıyla umreye ve hacla ilgili ibadetlerin de bir kısmına dair hasbihâl ettikten sonra, Ramazan umresine ayrıca değinmek istiyorum.

İmkân bulanlara en kısa zamanda yapmak için, öncelik vermelerini şiddetle tavsiye ettiğim bu umreyi yapanlar, “şiddetle tavsiye”nin sebeplerini bizzat müşâhede etmişlerdir. Fakat bunun tadını henüz tatmamış olanların bazıları, giden bir yakını tarafından anlatılmamış ya da tavsiye edilmemişse, Ramazan umresi yerine normal zamanda umreyi tercih etmekteler... Elbette ki, işinden izin alamama vs. gibi zorunlu sebepleri kastetmiyorum.

Ramazan’da umrenin daha zor olacağı kanaati, bunu tecrübe etmeyi erteleme sebeplerinin, genellikle başında gelmekte… “Ben orucu ancak evimdeyken tutabiliyorum, o sıcak memleketlerde nasıl tutarım?” gibi düşüncelerle, bazı kardeşlerimiz, maddî imkânları olsa bile Ramazan umresini gündemlerine almamaktalar. Ama bir kere Ramazan umresine gidenler, daha sonra hep Ramazan’da gitme arzusuyla yanıp tutuşmakta... Her giden, kendi rûhî derinliği nisbetinde hisseler alıp, nice güzellikler yaşamakta şüphesiz… Fakat ben, Ramazan’da kutsal topraklarda olmakla yaşanabileceklerden genel hatlarıyla bahsetmek istiyorum:

1) Daha önce, o sıcaklıktaki bir iklimde oruç tutmayanlar için, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve sahâbe-i kirâmın orucunu tefekkür etme imkânı sunar bize Ramazan umresi… Bu tecrübeyi, tabiî ki Ramazan dışındaki zamanlarda da oruç tutarak, orada tecrübe etmek mümkün. Lâkin herkesin oruçlu olduğu Ramazan bir başka…

2) Mescid-i Haram ya da Mescid-i Nebevî imamları arkasında cemaatle teravih namazı kılma nîmetine kavuşmuş oluruz. Mescid-i Haram’da teravih esnasında tavaf etmeyi tercih etmek de mümkün… Her hâlükârda günde bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tane tane okunurken, içinde bulunduğunuz hâlet-i rûhiyeye ve âyetlerdeki mânâya göre farklı bir duygu selinde buluyorsunuz kendinizi… Rahmetin sağanak sağanak yağdığı bir mescidde, vahyin indiği mekânlarda, bu kadar uzun süre Kur’ân-ı Kerîm dinlemek, harika bir duygu… Hele bir parça Arapça bilginiz varsa, imamın hangi âyette sesinin titrediğine, nerede ağladığına veya mânânın ağırlığından dolayı nerede okumakta zorlandığına daha iyi vâkıf olabiliyorsunuz.

3) Mâlumdur ki, vitir namazları, sadece Ramazan’da cemaatle kılınabilmekte… Mekke ve Medîne’de imamlar mezhepleri gereği, kunut duâları yerine, namazın içinde, duâyı ellerini açarak ve diledikleri kadar yapmaktalar. Üçüncü rekâtın sonundaki rükûdan kalkınca başlayan ve dakikalar boyu süren duygu selinin ortasındasınız işte…[1]

Mescid-i Haram’daysanız her bir yönden Kâbe’ye yönelmiş yüz binlerce müslümanın aynı anda “Âmin” deyişi, yaşanmadan anlaşılması zor bir atmosfer… Mescid-i Nebî’de ise, “Âmin” nidâlarının kapalı mekânda yankılanmasından kaynaklanan farklı bir rûhânî iklim yaşanmakta… Her iki mescidde de, ümmet-i Muhammed’in bir parçası oluşunuz, hep birlikte aynı duyguları paylaşarak cân u gönülden “âmin” deyişiniz, size namazın nasıl bir mîraç olduğunu en sarsıcı şekilde hissetme imkânı bahşetmekte...

Çoğu, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf olan duâlarda, zaman zaman Filistin vb. yerlerdeki kardeşlerimiz için de temennîler yer almakta... Biraz Arapça bilgisi, duâ esnasında da farklı duygular yaşamanızı sağlayabilir. Ama yazımızın ilk bölümlerinde de ısrarla altını çizdiğimiz gibi, en önemli hazine “ihlâs” elbette. Rabbim hepimize nasip eylesin.

Yaklaşık bir saat boyunca her milletten, her renk ve dilden din kardeşlerimizle omuz omuza namaz kılıp birlikte el açarak duâ etmek, harika bir kaynaşmayı da beraberinde getirmekte…

Teravih boyunca yapılan hatmin duâsı da, yine namazın içinde yapılıyor. Duânın yapılacağı arefe günü akşam, müthiş bir kalabalığa dâhil oluyorsunuz. Bayramı o kutlu beldelerde geçirmek, hatim duâsından hissedâr olmak isteyenlerle harika bir coşkuyu, rûhânî bir iklimi paylaşıyorsunuz. Ramazan’ın ve hatmin bitişinin hüznü bir yanda, Bayram’a kavuşma sevinci diğer yanda, karmaşık duygular yaşıyorsunuz.

4) İftar sofralarında din kardeşlerimizle beraber bu heyecanı paylaşmak da apayrı duygularla dolduruyor gönlünüzü... İmkânı olan müslümanların açtıkları sofralarda, zemzem, yoğurt, isteyenlere dukka (kimyon ağırlıklı baharat karışımı), ekmek ve taze hurma ikram edilmekte... Mescidlerin bahçesinde ilave ikramlar da serbest, ama mescid içinde sadece bunlara izin verilmekte... İkindi namazı bittikten bir süre sonra binlerce sofra kurulmakta... Kısa bir iftarın ardından, cemaatle akşam namazı kılınacağından, herkes bu tempoya ayak uydurmakta…

Zaman zaman o topraklara kadar gidip de bir kere bile bu sofralarda iftar etmemiş; iftarlarını otelde yapıp akşam namazı cemaatine katılamamış kardeşlerimiz olduğunu duyuyoruz. Memleketlerindeki alışkanlıkları bırakmakta zorlanıp, çorba vs. yemeyi tercih edenler, ne çok şey kaçırdıklarını, ancak görünce anlayabilirler. Özellikle Mekke’de, Kâbe’yi gören bir yeri kaybetmemek gibi sebepler için oteldeki iftarınızı teravihten sonraya bile bıraksanız, o toplu iftarlar size rahat rahat yetmekte aslında… Hele de çantanızda kuru üzüm, hurma gibi şeyler bulundurup bol bol zemzem de içince teravihi vücudunuz hantallaşmadan kılma imkânı bulabilirsiniz.

Akşam ezanı okunurken mescide doğru yaklaşıyorsanız, size zemzem ve hurma ikram edenlerle karşılaşabilirsiniz. Herkes bir sevap kazanma yarışında; bol fırsatlar sunan o beldede… Bir oruçluya iftar ettirmek için tatlı bir yarış hâlinde pek çok kişi… Ezan okunduğunda tavafınızı bitirmeye çalışıyorsanız, yine aynı ikramlarla karşılaşmak, insanı çok duygulandırıyor, kardeş olmanın hazzını iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

“Kardeş olmak” demişken, hep beraber yapılan iftarlarda dâimâ kendi milletiniz, hattâ kendi kafileniz ya da cemaatinizle iftar yapmamanızı tavsiye ederim nâçizâne… Tam tersine her gün farklı bir sofrada herhangi bir ülkeden kardeşlerinizin arasına oturuvererek, ümmet-i Muhammed deryası içinde bir damla, o duvarın bünyesinde bir tuğla, o büyük vücutta bir âzâ olduğunuzu zerrelerinizde hissetmelisiniz. Sofra kurma vs. vazifeniz varsa ne âlâ; mübarek olsun elbette… Ama sadece oturup iftar yapacaksanız, yabancı dil bilseniz de bilmeseniz de, o muhabbeti hissetmek için bundan daha güzel bir imkân olamaz diye düşünüyorum.

Hep tanıdıkları arasında bulunmanın, çok konuşma ve mâlâyânîye sebep olma gibi dezavantajları olduğu da bir gerçek... Tavaf için çantanızı vs. emanet etme avantajları da var elbette. Ama tavaf için de deryada damla olmayı, mümkün olduğunca yalnızlığı tatmayı, kendinizle ve Rabbinizle baş başa kalmayı tercih etmek size çok şey kazandıracaktır kanaatindeyim. Buluşma yerini iyi tayin ettiğiniz müddetçe, sürekli arkadaşlarla yan yana, birlikte olmak, aslında hiç de zarurî değil.

Sofra bahsine geri dönersek, İslâm kardeşliğinin eşsiz kuşatıcılığını içlerine sindirememiş bazı kardeşlerimizin incitici davranışlarda bulunabildiğine kulak misafiri veya şahit oluyoruz maalesef... “Burası Türklerin sofrası!” diye başka milletten bir kardeşimizin, ilerilere doğru gönderildiğini duymuştum esefle… Ne acı… Sofra açma sebebi nedir zaten? Din kardeşine iftar ettirmek... Senin sofrana, yanı başına oturmak için yakınlık hissedip gelen bir kardeşini incitmek, müslümanlığın nezâket ve zarâfetinin neresine sığar ki?

Tabiî böyle durumlar istisnâîdir belki, ama daha çok herkesin kendi milleti, hattâ hemşehrisi ile sofraya oturmak istemesi, ümmet şuurunu tam kuşanamamış olmaktan kaynaklanmakta genelde… Sofralarında aralarına oturuverdiğinizde öylesine mutlu olduklarına şâhit oluyorsunuz ki, mutlaka yaşamalısınız. Hele de “gelişmemiş ya da gelişmekte olan” diye tanımlanan memleketlerin misafirleri arasında bu memnuniyet daha da belirginleşmekte...

“-Bizi dışlamadı, bizimle oturmaktan çekinmedi, bize gülümsedi. Demek ki bizi seviyor!” şeklindeki kanaatlerini, dillerini anlamasınız da hissedebiliyorsunuz. Namazda safların omuz omuza değecek şekilde sık olmasının sünnet oluşundaki hikmetlerden biri de bu olsa gerek… Rabbim ümmet-i Muhammed’in muhabbet, dayanışma, birlik ve beraberliklerini artırsın.

5) Ramazan’ın son on gününde teravihten bir müddet sonra, on rekat teheccüd namazı cemaatle kılınmakta… Yine uzun uzun, tane tane Kur’ân tilavetiyle bir cüz ya da daha fazla okunmakta… Teheccüdün teravihten esas farkı ise, uzun süren rükû ve secdeleri…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayakları şişecek derecede kıldığı teheccüd namazlarını bir nebze tefekkür etme imkânı yakalıyorsunuz. Hani bazen secdeleri öyle çok uzatırmış ki, vefât ettiğinden endişelenirlermiş ya… O kadar olmasa da, rükû ve secdelerde, tesbih namazlarında durduğunuzdan çok daha fazla durarak bildiğiniz bütün duâ âyet ve hadislerini, tesbihâtı okuyabiliyorsunuz.

Ramazan’ın son on günü oralarda bulunduğu ve sağlıklı olduğu hâlde, iki rekât olsun teheccüd namazına katılamamış kardeşlerimiz olduğunu duyuyoruz. O günlerde vitir namazı da teheccüd sonrasına bırakıldığı için; o güzelim duâlardan mahrumiyetin büyüklüğünü düşünmek zor olmasa gerek!.. En azından vitirden önceki iki rekâta yetişilse ve vitir cemaatle kılınsa bile büyük bir kâr elde edilmiş olur.

Evet, teravih çok geç bitmekte, gece de çok kısa… Güçten düşmemek, ibadetlerimize kuvvet bulmak için sahuru da yapmamız gerekir. Ama yine de dinlenmeyi gündüze te’hir eder, gece-gündüz temposunun yerini değiştirebilirsek, vaktimizin bereketlenip hepsine yettiğini hayretle görebiliriz. Genelde memleketimizdeki Ramazan’larla kıyaslama hatasına düşmekten kaynaklanıyor bu mahrûmiyetler... Hâlbuki orada ibadet kampındayız. Nîmetin tam ortasına düşmüşüz; bütün iş bu tempoya göre hayatımıza yeni bir çeki düzen vermekte…

6) Bayram sabahını Mekke ya da Medîne’de geçirmek de müthiş bir saadet şüphesiz... Hac’da, Kurban Bayramı’nda oralarda oluyorsunuz, ama hacla ilgili vazifelerinizi yapma heyecanıyla geçiyor vaktiniz...

Ramazan Bayramı’nda orada olmak; bu yüzden biricik ve çok orijinal gözlemler yapma, farklı duygular tatma fırsatı sunuyor size… Sokaklara taşan kalabalığı hesap ederek, mescidin içinde ya da avlusunda yer bulabilmek için, sabah namazından önce, teheccüd vakti otelinizden çıktığınızda, memleketinizde göremediğiniz farklı bir coşkuyla karşılaşıyorsunuz.

Akın akın insanlar yollara düşmüşler; Mekke ve Medîne’nin yerli halkı, civar bölgelerdeki kardeşlerimiz de (bu özel mekânda bayram yapabilmek için) hazır bulununca; bayram kalabalığının muhteşemliğini, varın siz hayal edin…

Bu coşkulu insan selinin bizi en çok şaşırtan fertleri ise çocuklar… Büyüklerinin ellerini tutmuş ya da kucaklarına kurulmuş yavrular, gecenin o vaktinde öyle îtinayla süslenmişler ki; hayretler içinde kalıyorsunuz. İnce ince örülmüş saçları, cicili bicili kıyafetleriyle tam bayram yeri maskotları... Özellikle kız çocuklarını babalarının omzunda, kucağında, ya da ellerinden tutarken o mekânda görmek; insanı daha da duygulandırıyor.

Nereden nereye… Câhiliye döneminin kaba insanından, İslâm’ın incelttiği insanlara geçiş canlanıyor gözünüzde... Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat en güzel örnek oluşuyla mısra mısra yazılmış bir destan… Zaten nerede bir ahlâk güzelliği varsa; O’ndan iz taşıyor. Aksi görülen her durumun sebebinin de O’ndan uzaklaşma olduğunu müşâhede ediyorsunuz.

Sizi tefekküre sevk edip duygulandıran baba-kız tabloları, tabiî sadece bayramda değil. Mahşerî kalabalıkta tavaf ve sa’y yaparken, babalarının omuzlarında tahtırevana oturmuş sultanlar gibi salınan kız çocukları, hak ettikleri adâlete kavuşmalarından dolayı sizi şükürler etmeye sevk ediyor, yüreğiniz kıpır kıpır, mutluluk vadilerine doğru kanat çırpıyorsunuz.

Bayram sabahı için de iftar sofraları hakkında yaptığım tavsiyeleri tekrarlamak isterim. Karışın din kardeşlerinizin arasına… Mümkün olduğunca farklı ülkeden din kardeşlerinize, “Îyd mübârek: Bayramın mübârek olsun!” deyin; el sıkışın, tebessüm edin, çocukların başını okşayın, kaynaşın, muhabbet edin. Hanımlar olarak bütün bunları zaten kolayca yapabilen bir fıtrata sahibiz, hamdolsun. Lâkin kendi grubumuzun, kafilemizin oluşturduğu halkadan çıkmazsak, o dünya ülkelerinin müthiş mozaiğinden nasibimizi kısıtlamış olacağız.

Bayram namazını hep birlikte tekbirler getirerek beklerken, mümkün olduğunca çok kardeşinizle göz göze gelmeye, duygu alışverişinde bulunmaya gayret edin. Muhtaç ve mazlum müslümanları, o diyarlara bir kez gelebilmek için yanıp tutuşan, hasret çeken kardeşlerinizi de duâlarınızda unutmayın. Dünya, pek çok gayr-i ahlâkî ya da mantık dışı akımlar içinde savrulurken; böyle güzel ve hak bir dînin mensubu olduğunuz, Ümmet-i Muhammed’in temsilcileriyle birlikte bayram saâdetine şâhit olduğunuz için şükür secdelerine kapanın. Memleketimizde de böyle maaile, çoluk-çocuk bayram namazlarında buluşan, ümmet rûhunu diriltecek nesillere sahip olmak için duâlar edin.

Rabbimiz, ebedî yurdumuza kavuştuğumuz günü, cemâlini en çok lûtfedeceği dostları arasında, en güzel bir bayram sevinci içerisinde geçirebilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin. Âmîn. (Devam edecek.)

 

Not: Bu yazı, günümüzde mücbir sebep olan virüs salgınından önce yazılmıştır. Bu sene, maalesef bütün ümmet olarak saydığımız ve zikredemediğimiz nice güzelliklerden mahrum bir yıl geçireceğimiz mahzun bir yıl olacaktır. Rabbim, bir daha göstermesin. Umre, hac, vakfe, tavaf, sa’y, oruç, teheccüd, teravih ve bilcümle ibadetleri gönül huzuru, sıhhat ve âfiyetle îfa edebileceğimiz şekilde bu mübarek topraklara tekrar tekrar gitmeyi cümlemize nasip etsin. Âmîn.

 

[1] Mescid-i Haram’da ve Mescid-i Nebevî’de vitir duâları videolarını daha önce izlememiş olanlara özellikle tavsiye ederim.

PAYLAŞ:                

Didar Meltem Erdem

Didar Meltem Erdem

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle