Okuyarak Dirilmek

 

Öyle bir zaman diliminde yaşıyoruz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilen “kavimlerin helâk olma” sebepleri bütünüyle işleniyor. Sadece Şuayb peygamberin kavminin helâkine sebep olan seyyiât değil, Âd Kavmi’nin, Semûd Kavmi’nin, Lût Kavmi’nin işlediği bütün seyyiât, çirkin davranışlar, ahlâksızlıklar, zorbalıklar ve zâlimlikler işleniyor.

Zâlimlikte Firavun’dan, Nemrut’tan geri kalmayan, yöneticiler var dünyada... Kârun’dan geriye kalmayan, para baronları; dünya yönetimini, paraları ile toplum mühendisliği yaptırarak ince stratejileri ile onlar yönetiyorlar, Hâmân’lar ile birleşerek… Firavun’un sarayında, zâlim avânesiyle aldığı kararların, bin katı zâyiat verecek kararlar alıyorlar kapalı kapılar ardında... Bir rüya uğruna erkek çocuklarını öldüren Firavun’un amelinin daha beterini yaparak; kendi rüyalarını, güzelliklerini, sağlıklarını devam ettirmek isteyen, zengin dünyaperestlere minik yavruların kanından, organından bedenine kadar her şeyini peşkeş çeken modern Hâmânlar, Kârunlar var.

Lût Kavmi’nin işlediği o döneme kadar kimsede görülmemiş o çirkin ameli, kadınları bırakıp erkeklere yaklaşma fuhşunu çok daha ileri götürenler var. Hâsılı, öyle bir zaman diliminde ve öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, şu anda dünya üzerinde işlenen zulümlere baktığımız zaman kavimleri helâk eden, korkunç sesler, zelzeleler, fırtınalar, taş yağmurlarının olmaması[1], Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra toplu helâk olmayacağındandır. (Bkz. Müslim, Fiten, 20) Yani, Efendimizin hürmetinedir.

Son Peygamber, on dört asır evvel gönderildi. Artık peygamber gelmeyecek. Ama çağlar üstü olan Kur’ân-ı Kerîm, bütün hükümleri ile hâlâ capcanlı, Peygamberimiz’in Sünnet’i ve yeryüzünde şâhit olan ümmeti var.[2]

Cenâb-ı Hak, bizleri şâhit olarak vazifelendirdi. Şâhit olan, sadece durum tespiti yapmaz, Kur’ân-ı Kerîm’de kavimlerin helâkine sebep olarak zikredilen seyyiât ve fuhşiyâtın neler olduğunu bilip, dönemin peygamberleri bu zulmün karşısında nasıl duruş göstermiş, hangi kelimeleri kullanmış, nasıl engel olmaya çalışmış, bunları iyi okuyup kâmil mânâda anlayarak Peygamber Efendimiz’in metodu olan Sünnet’i takip ederek çözümler bulur.

Şâhit olmak, olandan sorumlu olmak demektir. Her müslüman, gördüğü bütün kötülüğün şâhididir, her kötülüğü düzeltmekle sorumludur. Dünya meşgalelerine dalıp, mâlâyânî ile meşgul olarak heva ve hevesimizin peşinde koşturup, aslî vazifemiz olan kulluk ve yeryüzünde Allâh’ın halifeliğini bırakmakla, Peygamber Efendimiz’den sonraki dönemde toplu helâk bitse de tek tek kendi helâkimizi görebileceğimiz zamanlardayız.

“Kulunu en güzel biçimde yaratan”[3] Cenâb-ı Hak, onun en iyi öğrenme metotlarını da bilir. Zihin dili, hikâye dilidir. Yaşanılan örnekleri, bütün canlılığı ile birbiriyle irtibatlı hâdiseler zinciriyle aktarırsak, empati yapmak ve meseleyi anlamak çok daha kolay olur. O sebepledir ki; Kur’ân-ı Kerîm’in neredeyse üçte birinde kıssalar, hikâyeler mevcuttur.

Burada yapılmak istenen, kuru kuru hikâye anlatmak değil, bütün kıssaları kulların tefekkürüne sunarak, kulun şâhitlik yapmasıdır. Müslümanın uyku zamanı bitmiştir: “Ey örtüsüne bürünen kalk ve uyar.”[4] hitâbı, bugün hepimizedir.

Bütün bu kıssalar, bize sünnetullâhı, yani Allah Teâlâ’nın kanun ve kaidelerini gösterir. Hangi amel, kişiyi hangi sona götürür; bunu öğrenen mü’min, nasıl tavır takınması gerektiğini bilir. Sünnetullah, nasıl ki tabiat kanunlarında değişmiyorsa, insana dâir kanunlarda da değişmez.[5] Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Sizden öncekilerin yolunu adım adım, karış karış izleyeceksiniz. Eğer onlar bir sürüngen deliğine girse, siz de gireceksiniz.

«-Ey Allâh’ın Rasûlü, yahudilerin ve hıristiyanların yolunu mu?» diye sorduk.

«-Başka kim olacak.» buyurdu.”[6]

Kur’ân-ı Kerîm’in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi’nin başlarında Hazret-i Âdem’in yaratılışı ile başlar, yüce Allâh’ımız ilk kıssaya...[7] Hazret-i Âdem’in yaratılış hikâyesi ile birlikte bizlere önemli bir konu hatırlatılır:

“Siz, insanoğlu, yeryüzünde Allâh’ın halifesi olarak seçildiniz. O’nun kuralları ile hükmedeceksiniz. Yeryüzünde nasıl mükemmel bir sistem, insanın yaratılışında nasıl mükemmel bir fıtrat yaratmış ise, bunları bozmayacak, bozanlara engel olacak, bozulanları düzeltecek ve Allâh’ın rızâsını kazanmak için çalışacaksınız. Âhirette ise yapıp ettiğiniz her şeyin hesabını vereceksiniz.”

Bu büyük emaneti, dağlar ve gökler korktukları için üstlenemediler, sen üstlendin.[8] Cenâb-ı Hak, halifeliği latîf olup çok daha üstün özelliklere sahip olan, vazifeleri sadece kulluk olup, emirleri harfiyyen yerine getiren, zerrece itiraz etmeyen “meleklere”[9] değil; yine latîf, hızlı ve güçlü olan “cinlere” değil, insanoğluna vermiştir. Bunu iyi tefekkür etmek gerekir. Hazret-i Âdem’in yaratılışı esnasında meleklerin îtirazını,[10] şeytanın kıskançlığını[11] iyi kavramak gerekir. Çünkü bu sorumlulukla insan, külfet ve zahmet yüklenmekle birlikte, mükâfât olarak, bol ikram, rahmet, Cennet ve Cemâlullâh ile ödüllendirilecekti.

Cenâb-ı Hak, bu vazifesinde insanoğluna, meleklerin ve şeytanın, kendi izni doğrultusunda yardım etmeye râzı olmalarının alâmeti olarak Âdem’e secde etmelerini emretti.[12] Buna itiraz eden şeytan ile savaşacağımız ilk cephe açılmış, o cepheye şeytan oturmuş oldu.[13]

Yasaklanan ağaçtan, şeytanın vesvesesi ile her türlü yalanı söyleyebileceğini bilmeden yedik. Bu kıssa, bizâtihî yaratılışımıza şâhit olan şeytanın bizi bizden iyi bilip, zaaflarımızı kullanarak hangi cephelerden bizimle savaşacağını, savaşırken nâmert olup her türlü yolu kullanacağını öğrenmemiz açısından çok mühimdi.

İnsanın yeryüzündeki mâcerâsı, Cennet’ten çıkarılması, hikmetleri olmakla birlikte, şeytanın, bir-sıfır kazanması ile başladı.[14] Hazret-i Âdem’in Cennet’teki en mükemmel şartlarda dahî sükûnete eremeyişi ve ona zevce olarak Havvâ’nın yaratılışı da yeryüzünün halifeliği vazifesini Allâh’a kul olan kadın ve erkeğin, birbirini sükûnete erdirerek yapabileceklerini tefekkür ettirdi. Karşı cinsten helâlimiz, bu zorluklarda bizim en büyük dünyevî ve uhrevî sükûnet sebebimiz olacaktı.[15]

Gerek Nuh Kavmi, gerek Âd Kavmi, gerek Semûd Kavmi, gerek Şuayb peygamberin kavmi olsun; insanların putunun esasında, elleri ile yaptıkları, geçmiş dönemlerde saygı duydukları atalarının heykellerinden çok, kendi nefisleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarır. Bu kıssalar ile kendi nefsimizin neler yapabileceğini de görmüş oluruz. Bütün bu kavimlerin ortak yönleri vardır.

Bunlar; insanlar arası sınıf farkını isterler; zenginler, soylular üstündür, fakirler ayak takımıdır. Üstün olanın zayıf olanı her türlü kullanma hakkına sahip olduğunu düşünürler. Onlar için önemli olan, kendi istek ve arzuları, eğlenceleridir.

Onlar gücü sever, güce taparlar. Onlar aslâ iletişime gelemezler, çünkü hakkın karşısında söyleyebilecekleri hiçbir söz olamayacağı için âcizlerin yaptığını yapar; tehdit eder, korkutur, alay eder, küçük düşürmeye çalışır, yalan yaftalar takarlar.

Bütün bu kavimler zengindir, güçlüdür, o dönemin teknolojisinde ilerlemişlerdir. Maddî ilerleme ve zenginlik, onları azgınlaştırmış, mânen kör etmiştir. Gönderilen peygamberlerin, onların zâlim sistemine çomak soktuğu ve hayatı düzenleyen kanunları, âciz, cüz’î akıl sahibi, nefsini ilâh edinen insanın değil, Allâh’ın koyduğunu; yegâne güç sahibinin Allah olduğunu, kulların O’na boyun eğmesi gerektiğini, yaratanın da öldürenin de, hesaba çekecek olanın da Allah olduğunu, âhiretin var olduğunu anlatıp tebliğ etmeleri onlara ağır gelir.

Allah Teâlâ’yı ilâh olarak kabul etmek istemezler. Çünkü istediklerini yapıp hesap vermemekten yanadırlar. Bu kıssaları okurken hep bunları tefekkür ederiz. Âhirete ve Allâh’a îman etmek istememeleri, sorumluluk gerektireceği için; Allâh’ı kabul etmek kurdukları zulüm sistemini, insanlar içindeki üstünlüklerini, kendi ilâhlıklarını kaybetmek demek olduğu için reddederler, inkârı seçerler.

Allah Teâlâ’nın, yegâne Rab ve ilâh oluşunu kabul etmemeleri, kibirleri ve nankörlükleri yüzünden; âhireti kabul etmek istememeleri de zulüm, zorbalık, fuhşiyât ve kötülükleri rahatlıkla işlemek içindir. En çok şehrin ileri gelenlerinin, zengin lordların direnmesi, insanları kışkırtıp ayaklandırması bu sebeptendir. Kazandıkları îtibârı, Allah Teâlâ’ya vermemek için...[16]

Firavun ve Nemrut kıssalarını okuduğumuzda; gizli kapıların ardında insanları helâk etmek, köle etmek için kafa yoran, bu hususta kolluk güçleri, askerî güçleri ellerinde bulunduran, ajanları, haber ağlarını kendi bekaları için kullanan; bir gün değil, yüz yıl sonrasının hesabını yapanların nasıl sinsi çalıştıklarını öğreniriz.

Akıl hocalarının hangi dereden nasıl su getirdiklerini, onların akıllarının şeytanlığa nasıl çalıştığını, bize Rabbimiz anlatır. Sihirbazlar da enteresandır, insanları uyutanları, algıları bozanları, doğruyu eğri, eğriyi doğru gösterme kabiliyeti olanların onlar için nasıl bulunmaz nîmet olduğunu okuruz kıssalarda, Cenâb-ı Allâh’ın kelâmından… Bunlar, zorba idarecilerin güdümündedirler. Ya onların dedikleri gibi çalışacaklar ya da ağır cezalara çarptırılacaklardır. Onlardan kendilerine itaat etmeyenler olursa, bu kez de çaprazlama kollarını kesip bir de asarlar, korku ile kurdukları imparatorluklarını devam ettirmek için… “Günümüzdeki sihirbazlar kim?” diye düşünmemek, kıssaların varlık sebebini anlamamak olur.

Bu arada Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârun’a, “Onlardan korkmayın!” buyurur, “Ben sizinle beraberim!”[17] “Siz de sabah-akşam Rabbinizi zikrederek, gafillerden olmayarak kendinize yardım edin!” buyrulmakla; kulluğun, bizâtihî Allâh’a yapılsa da istifade edenin, insanın ta kendisi olduğunu anlarız. Hazret-i Şuayb’a, kavmi:

“-Bunu bize söylemeni namazın mı emrediyor?” derken aslında olup biten her şeyin farkında idiler. Çünkü namaz ve ibadeti vasıtasıyla Cenâb-ı Allah ile mükemmel bir irtibat kuran mü’min, o namazı ile hayatını diriltip kendisine çeki düzen vermektedir.

Zâlimin zulmünden kurtarırsın bir insanı da, nefsinin köleliğinden kurtaramazsın. Çünkü bu ferdî irade işidir. Kıssalarda birçok kez, İsrâiloğulları’nın nankörlükleri ile karşılaşırız; birkaç gün önce koskoca denizi ikiye bölüp kendilerini kurtaran Allâh’ı hemen unutuverir de bu kez altınları bir araya toplar, kendilerine buzağı yapıp ona ibadet ederler. Nefis, kudret helvası ve bıldırcın eti ile yetinmez; soğan ister, sarımsak ister, onları da Allah Teâlâ ekip diksin ister. İşte esas mücadele buradadır. Hazret-i Mûsâ için belki kavmini Mısır’dan çıkarmak, onların nefsini terbiye etmesinden daha kolay olmuştur.[18] Bu âyetler, İsrâiloğulları’nı yargılamamız için değil, kendimizi sorgulamamız içindir.

Lût Kavmi ise, çok iyi okunması gereken diğer bir kıssadır. İnsan nefsinin azgınlığında sınır yoktur. Helâller, nefse mâkul hürriyet alanı çizer ve keyfe kâfî geldiğini de biliriz. Harama dalıp bir kere mâkul sınırları aşan nefis, büsbütün kontrolünü kaybeder. Nefse her istediğini vererek doyuramayız, aksine ancak her istediğini vermeyerek onu dizginleyebiliriz. Bunu görürüz Lût Kavmi’nin sapkınlığını okuyunca...

Hiçbir dönemde görülmemiş bir âdet ortaya çıkarırlar. Bu hastalık değildir, fıtrattan gelen bir özellik de değildir. Eğer öyle olsa idi, neden helâk edilsinlerdi ki? Bu apaçık bir sapkınlıktı. Gözleri o kadar dönmüştü ki Lût Kavmi’nin, misafir olarak gelen yabancı genç erkekleri, ajanları ile haber alıp evleri kuşatıyor, kapılarını kırarak almayı göze alıyor, çirkin emellerini her şeye rağmen gerçekleştirmek istiyorlardı.

Bütün kavimler içinde özellikle bu kavmin hiç sınır tanımadığını, şehvetlerinin emir ve komutası altında mâsum insanlara zarar verip, kadınları yalnızlaştırıp, nesilleri yok ettiklerini okuruz. O yüzdendir ki, en ağır helâki onlar yaşarlar. Bu işi yapanlar, silme kör edilip, taş yağmuruna tutulur, bir de Lut -aleyhisselâm-’ın evine gelen üç melek tarafından şehirleri havaya kaldırılıp oradan bütün şiddeti ile yerin dibine geçirilerek cezalandırılırlar.[19]

Günümüzde ise, önemli moda firmaları ile çalışıp tek cinsiyet kıyafetleri ürettiren, lobi yöneticilerinin cinsî ihtiyaçlarını en iğrenç yollar ile karşılayıp desteklerini arkalarına alan, istedikleri kanunları çıkarttıran, ajitasyon metodunu kullanıp, kendilerine kötü davrananları “homofobik” olarak gösterip, toplumun inananları üzerinde mânevî baskı kuran, eşcinsel annelerine:

“-Çocuğunuzun durumunu kabullenin, onunla gurur duyun. Çünkü bu doğuştan gelen, yaratılıştan gelen bir özelliktir!” diye ders verip yürüyüşler yaptıran, küçücük çocuklara sembol olarak kullandıkları gökkuşağı renkleri ile eylemler, eşcinsel içerikli mektup etkinlikleri yaptıran, pedofiliyi mâsum göstermek için çabalayan:

“-Sen, bu bedenin içindeki sen değilsin!” diyerek genç erkekleri saptırmaya çalışan LGBTİ çatısı altında toplananlar, Lût Kavmi’nin bu yüzyıl versiyonudur. Açılımı, “Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transgender ve İnterseks”tir. Bazen “queer” kavramını da dâhil ederler, LGBTİQ şeklinde kullanırlar. Sonradan ilave edilen “Queer” ise, cinsiyet kimliğinin ve cinsî yönelimlerin sabit olmadığını, heteroseksüel veya homoseksüelleri ayırmaya gerek olmadığını savunanlardır. Yani cinsiyet farklılıklarını sıfır noktasına indirirler. Fıtrata muhalefet akımlarının en büyüğü ve en zâlimidir bu! İnsanlığı yok etme projesidir bu... Cehennem’in kendilerini beklediği kişilerin, yanlarında bütün dünyayı da götürme projesidir bu!. Bunlar istediklerini bir elde etsinler, teröristlerden bile daha saldırgan olurlar, bunu da Lût Peygamber’in evine gelip kapısını-bacasını nasıl kırdıklarını okuyarak anlarız. En saldırgan, en öfkeli, en depresif ve mutsuz, en çok gazabı çekenler bunlardır.[20]

Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssaların toplumlardan başka, insanın özüne dikkat çekenleri de vardır. Hazret-i İbrahim kıssası ile, bir insanın Allâh’ı tefekkür ederek bulabildiğini,[21] tek başına putları kıran bir yiğidin[22] ateşe atılıp da îman, teslîmiyet ve Allâh’a dayanması ile nasıl yanmadığını okuruz.[23] Îman, fizik kanunlarını bile değiştirmiştir. Hazret-i İbrahim başlı başına teslîmiyet timsâlidir.[24] Eşleri de öyledir, evlâtları da…[25]

Dünyada sadece Allâh’a güvenmemiz gerektiğini, şayet îmânımız varsa, korkuya mahal bulunmadığını, çarelerin bol olduğunu öğreniriz, Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîfinde: “Her peygamberin bir dostu vardır. Benim dostum da Hazret-i İbrahim’dir.”[26] buyurduğu, cömert, merhametli, sevgi ve af dolu peygamberden...[27] Onun yaşadığı ağır teslîmiyet imtihanlarından...

Her seferinde ferahlayarak okuruz Hazret-i İbrahim’in kıssasını, kul irade gösterir de:

“-Peki, yâ Rabbi!” derse, nasıl da bütün kâinâtın ona yardım etmek için koştuğunu öğreniriz.

Bazı kıssalara âile ölçeğinden bakarız; Hazret-i Yâkûb, Hazret-i Yûsuf ve kardeşlerini okurken…. Kardeşler arası kıskançlığın öz kardeşleri ne duruma getirdiğini görürüz. Haset, kıskançlık ve öfkenin tahribâtının büyük olup, Kabil’in Hâbil’i öldürmesi gibi, mâsum Yûsuf’u kuyuya attırdığını... Her şeyin farkında olan Hazret-i Yâkûb’da, “sabr-ı cemîl”in nasıl olduğunu, kötü amel işleyen evlâtların dışlanmadığını, hâne içinde tutulup, ıslâhı için duâ edildiğini görürüz.

Ama iş bitmiş, karar kesinleşmiş ve helâk başlamış ise, kâfir evlâda sahip çıkmanın Cenâb-ı Hak katında ağır bedeli olduğunu da okuruz Hazret-i Nûh’un oğlunu azgın sulardan kurtarmak isteyip ettiği duâ ile...

Allah Teâlâ’nın, Hazret-i Yûsuf’u yaratıp kenara çekilmediğini, bizâtihî her an ve her adımda onunla ilgilendiğini, kulunu takip ettiğini, koruyup kolladığını görürüz. Aynı Hazret-i Mûsâ’nın annesine, oğlunu Firavun’un adamlarından kurtarmak için Nil Nehri’ne atması ilhamını verdiği gibi…[28] Hazret-i Meryem’in çocukluğu ve hâmileliği esnasında korunup, doğumunda ve doğumundan sonra yardımcı olunduğu gibi…[29] Cenâb-ı Hak, muhsin, müttakî ve muhlis kulunu hiç yalnız bırakmaz ve dâimâ yardım eder. Yeter ki, kulu, şüphesi olmaksızın Rabbine güvensin.

Günümüzde insanlar, çılgınca “Kötülük problemi var!” diye bağırsa da her şeyin bir hikmet dâhilinde olduğunu, Hazret-i Yûsuf hapisten çıkıp da kıtlık yıllarında binlerce insanın açlıktan ölmesini önlediği zaman anlarız. Kuyuya atılması, köle olarak satılması, zindana atılmasının nasıl bir ilâhî sır ve kader yumağı olduğunu... İnsanların ona yaptıkları, “zulüm” olarak görünse de bâtında “hikmet-i Hudâ”dır. Tarımın merkezi olan Mısır’da mâliyenin sorumlusu Aziz’in kölesi değil, evlâdı gibi sevip eğittiği Yusuf’un, aldığı iktisâdî yönetim eğitiminin, zorluk ve kıtlık günleri için olduğunu anlarız. Bütün yaşananlar, görünüşte bir âile trajedisi olsa da yıllar sonra kıtlık döneminde açlıktan kurtarılması gerekli Allâh’ın kullarına hizmet etmesi içindir ve:

“-Cenâb-ı Hak yarattı, kenara çekildi!” diyen günümüz deist insanına cevap mahiyetindedir.

Hazret-i Yûsuf’un kadınların şehveti ile imtihanı olsun, kardeşleri ile imtihanı olsun, bize şunu öğretir: Kul her ne yaşarsa yaşasın, hangi ortamda bulunursa bulunsun, aslâ Allâh’ı suçlamamalı, bunun mutlakâ bir hikmeti olduğunu düşünmelidir. İçinde bulunduğu durumu değerlendirirken de o anda daha iyi durumdakilere gözünü dikmeyip, kendine acımayı bırakarak:

“-Şu bulunduğum durumda ne yapayım da Allah benden hoşnud olsun? Ne yaparsam Allah benden râzı olur? Allâh’ın rahmeti hangi durumlarda bana gelir?” derdine düşmesi gerektiğini, okuduğumuz kıssadan anlarız.

Allah Teâlâ ile münâsebeti güzel olanın, kullar ile münâsebetlerinin de er-geç düzeldiğini anlarız; Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerini affettiği, onlar için tevbe-istiğfâr ettiği, Hazret-i Yâkûb’un hüznünün bittiği, âilenin birbirine kavuştuğu zaman…

Zindandan çıkma izni verildiği hâlde çıkmayıp, kendisinin temize çıkarılmasını isterken, maksadının intikam ya da kalbinin kırgınlığını tedavi için değil, Aziz’e sâdık olduğunun, ona ihanet etmediğinin ortaya çıkması ve bunun bütün dünya tarafından bilinmesi için olduğunu okuruz. Bu husus ise, aldatmaların hem aldatan, hem de aldanan açısından onur kırıcı olduğunu, bunun telafi edilmesi gerektiğini, sadâkat, doğruluk ve güvenilirliğin insan ilişkilerinde en önemli unsur olduğunu görmemiz içindir.

Kur’ân kıssalarında Cenâb-ı Hakk’ın seçtiği her kelime, altın kıymetindedir. O kelimeler iyi okunduğu zaman, ilim, irfan ve hikmet ortaya çıkar.

Kur’an kıssaları, insanın insanlarla ilişkisini öğretmekten ziyade, insanın her hâl ve şartta Allah ile ilişkisinin nasıl olması gerektiğini anlatır. İnsanlarla istediğiniz iletişim becerilerini kullanınız, muvaffakıyet ancak Allâh’ın yardımı iledir. Bütün peygamberlerin duâlarına bakıverirsek anlarız bunu... Parayı, yönetimi, bütün gücü elinde bulunduran Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- ile anlarız kulluğun her şeyden üstün olduğunu...[30] Her şey emri altında olduğu hâlde küçücük Hüdhüd’e, küçücük karıncaya zulmetme yetkisinin olmadığını, sahip olduğu her şeyi Allah’tan bilip:

“…Allâh’ım, bana ve ana-babama verdiğin nîmetlere şükretmemi bana ilham eyle ve beni buna muvaffak eyle!” diye duâ ederken… (en-Neml, 19)

Zorbaların hakkından gelmek için topa-tüfeğe ihtiyaç olmadığını, Allâh’a lâyıkıyla kulluk yapan bir müslümanın, attığı sapan taşı ile koskoca ordunun perişan olduğunu okuruz; Câlût ve Tâlût kıssasında… O zamanlar çoban olan bu yiğit, Hazret-i Dâvûd’dur.[31] Küçük, ama inançlı toplumların zaferlerini okuruz kıssalarda... Ama tek bir kurala uyacaklardır, nehrin suyundan içmeyecek, yani dünya istek ve arzularından uzak duracaklardır. İçmeyeceklerdir o suyu; içerlerse de kana kana değil, ihtiyaç kadar içeceklerdir, sadece bir avuç…

O nehirden bir avuç su içmeyen, ama aldığı yanlış kararı sorgulaması için sarayın yüksek kulesinden atlayıp içeriye giren iki kişinin dâvâsını okuruz Hazret-i Dâvûd ve dâvâcılar kıssasında… Anlarız ki, kul, peygamber de olsa sırât-ı müstakîm üzere olabilmek için Allâh’ın yardımına muhtaçtır. Tevbe eder Hazret-i Dâvûd; önce rükûya gidip, sonra secdeye kapanarak…[32] Nehrin suyundan içmemek yetmez, her an teyakkuzda bulunmak gerekir.

Hazret-i Hızır ile, Hazret-i Lokman ile ledün âleminin sırlarına azıcık kapı aralarız kıssalarda... Azıcık; çünkü anlamak ve idrâk etmek, kulun kâbiliyet ve nasibi kadardır. Hızır -aleyhisselâm- kıssası ile daha bir şenlenir, daha bir mutlu oluruz, sebepler âlemi bitince emir âleminin yiğitlerinin nasıl devreye girdiğini görerek…[33] Bildiğimiz, öğrendiğimiz ilmin dışında, Rahmân’ın katında daha büyük, daha kıymetli bir ilim olduğunu; ama bu ilmin çalışmak ve gayretle değil, imtihanlara sabır sonrası mânevî yardımla geldiğini görürüz. İç içe geçmiş âlemler vardır; bu dünyada ve bu âlemler birbirinden bağımsız değildir.

Kişi kendisi ile yüzleşip, hatasını anlayıp tevbe ettiği zaman, balığın karnında olsa da ölmeden çıktığını görürüz, Hazret-i Yûnus ile… Bütün kaslarının, kemiklerinin asitten erimeye başladığını düşündüğümüz o karanlıklar içinde, şuurunu kaybetmediğini, hatası ile yüzleşip:

“-Senden başka ilâh yoktur. Sen Sübhansın, yüceler yücesisin, Sende kusur yoktur, ben nefsime zulmettim!” diye bütün hâlsizliği ile âciz ve çaresizliği ile inlerken...[34]

Ölümün bazı şartlar gerçekleşince ortaya çıkmasının kaçınılmaz bir durum olmadığını da anlarız Ashâb-ı Kehf’i okurken… Ekmek, su değildir insanı yaşatan; Allah’tır.[35] Kan değildir insana hayat veren, Allah’tır.

Tebük Seferi dönüşü, Sâlih Peygamberin bir vakitler yaşadığı Hicr Vadisi’nde konakladıkları zaman Peygamber Efendimiz, ashâbına Semûd Kavmi’nin kullandığı kuyulardan su almamalarını emreder, önceki ümmetlerin düştükleri durumdan ibret almalarını ister. Peygamber Efendimiz’in:

Onların başlarına gelen musibetin sizin de başınıza gelmemesi için, kendilerine zulmetmiş olan kimselerin yerlerine, ağlayarak, ibret alarak girin.”[36] çağrısına kulak vermeli…

Zaman; kibir, kınama, küçümseme zamanı değil; düşünme, ibret alma, ne yapacağını belirleyip ayağa kalkma zamanıdır. Kimse dalâletten/yanlış yoldan, Allâh’ın yardımı olmadan kurtulamaz.

“Allâh’ım! Bizi doğru yola; nîmetine eriştirdiklerinin yoluna eriştir. Gazaba uğrattıklarının ve sapıkların yoluna değil.” (Bkz. el-Fâtiha, 6-7)

Fatma Hâle SAĞIM

 

[1] Bkz. el-Ankebût, 40.

[2] Bkz. el-Bakara, 143.

[3] Bkz. et-Tîn, 4.

[4] el-Müddessir, 1-2.

[5] Bkz. el-Ahzâb, 38; el-İsrâ, 77; Fâtır, 43.

[6] Müslim, İlim, 6.

[7] Bkz. el-Bakara, 30, 31, 34, 35, 37.

[8] Bkz. el-Ahzâb, 72.

[9] Bkz. et-Tahrîm, 6.

[10] Bkz. el-Bakara, 30.

[11] Bkz. el-Bakara 34, el-A’râf, 12; el-Kehf, 50.

[12] Bkz. el-Bakara, 34.

[13] Bkz. el-Bakara, 36; el-A’râf, 14, 16-17.

[14] Bkz. el-A’râf, 22, 27.

[15] Bkz. er-Rûm, 21.

[16] Bkz. el-Fecr, 6-12.

[17] Bkz. Tâhâ, 45-46.

[18] Bkz. el-Bakara, 61; el-A’râf, 138, 140; Tâhâ, 86-94.

[19] Bkz. el-A’râf, 80-84; Hûd, 77-83.

[20] Bkz. Hûd, 78.

[21] Bkz. el-En’âm, 75-79.

[22] Bkz. es-Saffât, 91, 93.

[23] Bkz. el-Enbiyâ, 69.

[24] Bkz. el-Bakara, 131.

[25] Bkz. Sâffât, 102-103.

[26] Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân, 3.

[27] Bkz. Hûd, 75.

[28] Bkz. el-Kasas, 3-13.

[29] Bkz. Meryem, 25.

[30] Bkz. en-Neml, 39-40.

[31] Bkz. el-Bakara 246-251.

[32] Bkz. Sâd, 21-26.

[33] Bkz. el-Kehf, 61-80.

[34] Bkz. es-Sâffât, 139-148, el-Enbiyâ, 87-88; el-Kalem, 49.

[35] Bkz. el-Kehf, 25.

[36] Buhârî, Enbiyâ, 17; Müslim, Zühd, 39.

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle