Mahzunlar Huzur Bulsun Varlığınla

“Dünyada tek bir mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.” (Şems-i Tebrîzî k.s.)

Kış mevsimi geldi çattı. Sıcacık ve muazzam bir zevkle döşenmiş evinin, bol nakışlı perdesinin ardından, hoş ve bembeyaz bir seyir midir, sence kış? Kaz tüyü montunun, sıcacık eldiveninin verdiği güvenle oynadığın, kartopu oyunu gibi eğlenceli mi, söyle, kış? Karın keyfini çıkarıp eve koşarak geldiğinde, sıcacık bir çayın yanında, en sevdiğin kitabı okumak kadar ilmî faaliyetlere zemin, bir zaman mıdır sadece kış?

Gel dost! Gariplerin penceresinden seyredelim kışı… Odunun, kömürün sıcaklığı uğramamış, buz gibi hânelerden dinleyelim soğuğu… Aş girmemiş tencerelerin, od düşmemiş ocakların, libas görmemiş tenlerin dilinden dinleyelim kışı…

Meselâ bir Suriyeli muhâcirin yüreğine uğrasın adımlarımız… Vatansız kalmanın buz tutan yalnızlığında, vatanın kıymetini; bir ağacın yaprakları gibi âileden, akrabadan, komşudan, dosttan dağılma, ayrılma hikâyesini dinlerken, sevdiklerimizle beraberliğin değerini; bir kardeş elinin omuzlarına dokunduğunda duydukları hazdan, etrafımızda biriktirdiğimiz dostların kıymetini anlayalım dilersen.

Bu niyet ile gidiyorum bir muhâcir kardeşimin evine... Kapıyı çalıyorum, ürkek, fakat mütebessim bir çehre ile açıyor Suriyeli Zeynep Hanım kapıyı… Çat pat bir Arapça ile anlatıyorum, onu ziyarete geldiğimi… İçeri davet ediyor, giriyor ve oturuyorum, uzun bir muhabbet başlıyor. Hangi lisan ile? Ne o merâmını anlatacak Türkçe’ye, ne de ben onu anlayabilecek bir Arapça’ya sahibim. Ama konuşuyoruz, anlaşıyoruz; hatta o kadar anlıyoruz ki birbirimizi, ben ondan çok beğendiğim bir tatlının tarifini bile öğreniyorum… Muhakkak bu dilin adı, “kardeşlik”!

Uzun uzun bakıyoruz koltuğun hemen yanındaki çantadan çıkardığı resimlere... Suriye’de müreffeh bir hayat yaşamış bir âilenin evinde olduğumu anlıyorum resimlere baktıkça... Oldukça güzel bir zevkle döşenmiş evi varmış. “Ne oldu bu eve?” diyorum, “Esed yıktı!” diyor. Sessizlik… Sessizliğin içinde gözüm, bilmem kaçıncı el, bir hayırseverin verdiği, üzerinde oturduğum koltuğa, kırık dökük dolaplara ilişiyor. Hüzünleniyorum. Anlıyor hüzünlendiğimi ve gönlümü sürûra sevk eden bir teslimiyetle ve o güzel tebessümü ile “Elhamdülillah” diyor, Zeynep Hanım…

Ev soğuk. Mantoyla oturuyorum, fakat üşüyorum. Zeynep Hanım’ın ve çocukların ayaklarında çorap yok. “Neden çorap yok ayaklarınızda?” diyorum. Gülüyor önce, sonra kızarıyor sîmâsı, büyük bir edeple. Anlıyorum, çorap yok... Sobanın yanında birkaç odun... Belli ki, daha soğuk olacak başka bir zaman için ayrılmış. Soğuğu sanki daha da hissediyorum hücrelerimde… Soruyorum kendime, “Sahi ne zaman bu kadar buz tuttu da yüreğin, vaktinde ulaşamadın bu soğuk hâneye?!” Allâh’a emânet ediyorum bu güzel âileyi ve kendimi zorlukla atıyorum dışarı…

Üşümek istiyorum, daha çok üşümek! Ancak iliklerime kadar hissedersem soğuğu, üşüyenleri anlarım, diyorum. Kıtlık zamanında, erzak dağıtırken, açların hâlini daha iyi anlamak ve bol bol vermek için, oruç tutan Yûsuf -aleyhisselâm-’ın sünnetine sarılmanın gerekliliğini daha iyi anlıyorum.

Çok iyi biliyorum ki gönlümü, Ensâr’a yaklaştıracak yangın, bütün üşüyen gönüllerin o buz tutmuş feryadını hissetmekle mümkün… O mahzun hânelere, yuva sıcaklığını, huzurunu taşımak, bir yüreği yangın yerine çevirmekle mümkün! O zaman söyle ey dost, hiç yangın yerine döndü mü sînendeki yürek? Cevap ver, dost! Bu sene o yürekte kaç mahzun hâne ısınacak, ferahlayacak, sevinecek?!

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle