Kalbimiz Boş Gitmesin

Kalp; akıl, niyet, mârifet, ilim, îman ve hikmet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesâbesindedir. Kalbin bir fizikî, bir de manevî hüviyeti vardır.

Fizikî açıdan kalp, bilindiği gibi, göğsün sol tarafında bulunan, bütün vücudumuzu beslemekte olan damarlara kan akışını sağlayan, yumruk büyüklüğündeki en merkezî organımızdır.

Bunun yanında rûhî ve mânevî hayatımızın merkezi; bütün derunî hissiyatımızın, duygu, düşünce ve niyetlerimizin barındığı ve yönetildiği komuta kademesi mevkiindeki mekândır.

Kalp kavramı tekil ve çoğul, izâfetli veya izâfetsiz biçimleriyle Kur’ân-ı Kerîm’de 135 yerde geçmektedir. Bunun yanında kalp ile alâkalı “sadr”, “fuâd”, “lübb”, “nühâ”, “hılm” ve “hicr” gibi birçok kavram bu sayıya dahil değildir. Zikredilen kelimelerin mahiyetine biraz yakından baktığımızda, kalbin durumu ve faaliyetleri biraz daha netlik kazanır.

42 yerde geçen “sadr” kelimesi, bir şeyin baş tarafı veya en üst kısmı, bir bölümü, kişinin yöneldiği taraf mânâlarına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de sadrın “genişleme ve daralma”[1] “sıkıntılardan şifâ bulma”[2] özelliklerinden bahsedilir. Ayrıca sadr; kalpleri çevreleyen, kalplerin içinde yer aldığı mekân,[3] arzu ve ihtiyaç mahalli[4], bilgilerin korunduğu yer,[5]  kin,[6] kibir,[7] korku[8] ve vesveselerin yer ettiği mahâl[9] olarak tasvir edilir.

“Fuâd”, Kur’ân-ı Kerîm’de 16 yerde zikredilir. Kelime mânâsı “yanıp tutuşmak” demektir. Kalbin, çeşitli duyguların çok fazla tesirinde kalması, âdeta yanıp tutuşması sebebiyle kalbe bu isim verilmiştir. Dilimize “gönül” olarak da çevrilir. Kalbin ortası, kılıfı, içi gibi mânâlarda kullanılır. Kalp, sadrın ortasında olduğu gibi, fuâd da kalbin ortasında yer alır. Sorumlu tutulan[10], doğrulayan ve yalanlayan[11], gönlün meyletmesi[12], gönüldeki yakıcı ateş[13], hâlden hâle dönüşen[14] vasıflarıyla Kur’ân’da yer aldığı görülür.

“Lübb”, bir şeyin özü, hakikati, cevheri demektir. Kalp ve akıl, insanın cevheri ve hakikati olduğu için bu kelime ile ifade edilmiştir. Her tür şâibeden uzak, saf, temiz ve tam akıl mânâlarında Kur’ân-ı Kerîm’de yer alır, Lübb, normal akıldan ziyade, hidayet nûruyla nurlanmış akıldır. İlâhî hükümlerin inceliklerini[15], takvânın en önemli azık olduğunu[16], hikmetin önemini[17], ilâhî öğütlerin kıymetini[18],  yerlerin ve göklerin yaratılış hikmetlerini görüp anlayan ve ibret alanlar, kalbin bu derecesine ulaşmış mü’min kimselerdir.

Rabbimiz tarafından devamlı nazar edilen ve insanın mânevî istikâmetini belirleyen en önemli nokta, kalptir. Kalp, sıradan ve sadece bir et parçasından ibaret değil, insanın ruhî ve mânevî olarak şekillenmesini sağlayan ilk ve tabiî merkezdir. İnsan, kalbiyle sever, üzülür, nefret eder, bağlanır, inanır, itaat ve isyan eder. O yüzden insan, kalbinin durumuna göre mânevî şekil alır; kalbinin kıvamı ve seviyesi, yaşadığı hayatı anlamlandırır.

Kelime olarak, “evrilip çevrilen” şey demek olan kalp, sahibi tarafından titiz bir şekilde korunmaz ise, kolayca şekil değiştirebilir, şekilden şekle girebilir. Bu sebeple onu daima zabt u rapt altında tutmak, hiç olmazsa kontrol etmeye çalışmak, dış ve iç müdahalelere karşı teyakkuz hâlinde bulunmak zarurîdir.

Muhabbetin merkezi kalptir. Mânevî lezzetleri duyan, hisseden ve tasnif eden yer kalptir. Nefretin, kinin, hasedin, kasvetin, kibrin ve birçok mânevî hastalığın âdeta yuvalanıp gümrahlaştığı alan da kalptir. Tasavvufî tabirle “letâif” denilen mânevî pencereler, insanın kalbinden bedenine yayılan mânevî akımların geçtiği duraklar mesabesindedir. Kul, Rabbini tefekkür ve zikrettikçe, O’na kendisini samimiyetle teslim edip önünde boyun büktükçe vücuttaki bu mânevî merkezler sırasıyla harekete geçer. Kalp fizîken kan pompaladığı gibi, mâneviyat âleminde de feyz ve nûr pompalamaya başlar. Kalbin merkezinden başlayan bu hareket, merkezden çevreye doğru yayılır ve nihayet bütün organlara ulaşır. Böylece vücut huzur bulur, sekînet ve tatmine erer.

Bu hareketin kesilmemesi ve bütün vücudun her an huzur hâlini koruması için, kalbin de Kitab-ı Kerim’de sıkça ifade edildiği üzere zikri dâimî hâle getirmesi, insanın her söz ve davranışında Allâh’ı görüyormuşçasına hareket etmesi, her an O’nu düşünüp zikretmesi gerekir.

İnsan, muhabbetten ibarettir. Zira Rabbimiz kâinâtı, muhabbet sâikıyla var etmiştir. Kullarının da en büyük minnet ve muhabbeti, sadece kendisine karşı duymalarını istemiştir. Kul, Allâh’a en kestirme şekliyle muhabbet üzere kulluk vasıtasıyla ulaşır. Muhabbet, acıyı bal eder. Dağı, yol eder. Muhabbetsiz, en kestirme ve kısa yollar, aşılmaz dağlara döner. Muhabbetsiz, üzüm bile koruk olur.

Muhabbetin en güzel ifade şekli, sevdiğini anmak, gece gündüz onu yâd etmektir. Bu, Allâh’a müteveccih olduğunda zikir, vird, tesbihat, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ve namaz şeklinde ortaya çıkar. Kur’ân okumak, Allah Teâlâ ile konuşmak; namaz kılmak, O’nun huzuruna yükselmek demektir.

Kalbi diri tutmanın, oraya mâsivâ muhabbeti koymamanın yolu, her daim o kalbi var edenle irtibat hâlinde tutmaktan geçer. Kalp eğitimi, büyük bir fedakârlık, sabır ve gayret ister. Kalbi Allâh’ın zikrine alıştırmak ve mânevî tekâmül basamaklarını istikamet üzere çıkmak için bu yoldan daha önce geçmiş, türlü bâdireleri atlatarak selâmetle maksuduna ermiş mânevî bir rehber nezâretinde bulunmak şarttır. Böyle bir mânevî rehberlikle ihlas ve gayretle yola devam edildikten sonra, varılamayacak bir makam yoktur.

Zikrullah, dilden kalbe, kalpten bütün bedene yayılan ve insanın hâlini değiştiren büyük bir ibadettir. İnsan, zikirle hâlden hâle, makamdan makama geçerek Allâh’a giden yolculuğuna devam eder. Çeşitli menzillerde farklı mânevî lezzetler alır ve muhtelif imtihanlardan geçer. Yoldakilere takılmayıp hedefinden şaşmayan kimseler, er-geç menzil-i maksutlarına ulaşırlar.

Nice Allah dostu, bu yolda birbirinin elinden tutarak Allâh’a vâsıl olmuştur. Kemâl yolu, kişiden kişiye değişen tecellilere de mazhar olunan bir yoldur. Herkes aynı yoldan yürür, ancak herkesin nasibi farklıdır. Nasıl Rabbimiz kullarına, yaratırken farklı farklı tecelli etmişse, mâneviyat âleminde de yolculuklar ve nasipler farklılık gösterir. Ama hepsi Allah’tandır ve herkes, niyet ve gayreti nisbetinde rızıklandırılır.

Bilgiye dayalı amel, şekil bakımından doğru olsa da içinde mânevî neşe, Rabbânî tat yoksa kişiyi terakkî ettirmez. Bu, âdeta Allâh’ın boyasıyla boyanmak gibi bir durumdur.

Tasavvufun yıllar içinde gelişen kaideleri, insanın kemâlâtını merkeze alan ve kulu Rabbine yaklaştıran istikâmette olmuştur. Her bir mutasavvıf, bu sahada farklı ölçüler getirmiş ve sâlikin mânevî ilerlemesi için âdeta dikenli yolları temizlemiştir. Bu açılan yoldan giden güzide insanlar ise, akan zaman içinde insanlığa fazilet, güzel ahlak ve örnek davranış modelleri mîras bırakmışlardır.

Bugün biz de böyle engin gönüllü, yüce himmetli ve tükenmez gayretli insanlara muhtacız. Onlar ki, hem kendilerini kurtarmış olacaklar, hem de kendilerine muhabbet besleyenlerin kurtuluşuna vesile olacaklar. Rabbimiz, niyet ve gayretlerimizi rızâsı ile telif etsin. Bizi, kalb-i selîm olarak huzuruna kabul buyursun. Kalbimizi dünyadan ve dünyadakilerden boşaltıp zikir ve feyz ile doldurmayı cümlemize nasip etsin. Âmin.

 

[1] el-En’âm. 125; Zümer, 22.

[2] Yunus, 57; et-Tevbe, 14.

[3] el-Hacc, 46.

[4] el-Mü’min, 80; el-Haşr, 9.

[5] el-Ankebût, 49.

[6] el-A’râf, 43.

[7] el-Mü’min, 56.

[8] el-Haşr, 13.

[9] en-Nâs, 5.

[10] el-İsrâ, 36.

[11] en-Necm, 20.

[12] İbrahim, 37.

[13] el-Hümeze, 7.

[14] el-En’âm, 110.

[15] el-Bakara, 179; es-Sâd 9, 29, 38

[16] el-Bakara, 197.

[17] el-Bakara, 269.

[18] Âl-i İmran, 7; er-Râd, 19; el-Mü’min, 54; ez-Zümer, 39.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle