İlk Nefes Mucizesi

Anne rahminde gelişimini sürdüren bebeğin vücut sistemi, doğum öncesi hayatındaki ihtiyaçları karşılamak üzere düzenlenmiş görünürken; doğumla beraber meydana gelen değişikliklere kolaylıkla adapte olmaktadır.

Bir önceki yazımızda paylaştığımız dolaşım sistemindeki mükemmel tasarım, doğum öncesi ve sonrası hayatın kusursuz idâmesini sağlayacak şekilde plânlanmıştır. Anne rahminde geçirdiği dönemde bebeğin dolaşımında temiz ve kirli kan, çok yerde birlikte akmaktadır ve annenin dolaşımından oksijenlenen bebek için bu hiçbir sıkıntı oluşturmamaktadır. Sistem, bu karışıma izin verecek şekilde önemli yerlerde kısa devreler kurmuştur. Hattâ bu bağlantılar sayesinde bebeğin sağlıklı yaşantısı devam etmektedir. Eğer anne rahminde bu bağlantılar kurulmasaydı, pek çok organ ve sistem, oksijenden mahrum kalacaktı. Bununla birlikte; doğumla beraber bu yapıların devreden çekilmemesi hâlinde bebeğin hayatını tehdit ederek sıkıntılara sebep olacak; cerrâhî müdahalelerle düzeltilmesi gereken bu tablolar, hayatını rutin ve sağlıklı bir şekilde sürdürmesine engel olacaktı.

Doğumla beraber meydana gelen ilk değişiklik, dolaşım sisteminde olmaktadır. Sarp dağları selâmetle geçip gün yüzüne çıkan bebek, rahat bir nefes alıp sevinç çığlıkları ile ağlamaya başladığında, akciğerler artık oksijenini anneden değil, atmosferden almaya başlamıştır. Doğum öncesi yüksek damar direnci ile akışına ayar verilen kan dolaşımı, basınçtaki dramatik düşüş ile birden artar. Sağ kalbe gelerek akciğerleri sulamaya giden kan, bu defa atmosferden gelen oksijenle buluşur, aylardır alıştırmalarla solunuma hazırlanan sistem, en ücrâ köşesindeki kesecik benzeri hücreler ile yelpaze gibi açılarak devreye girer ve solunum sistemi faaliyetine başlamış olur.

Akciğerlerin mükemmel işleyişini anlattığımız önceki yazılarımızda bahsettiğimiz gibi, gaz alışverişi aşama aşama gerçekleşir ve sol kalbe dönen yüksek kan akımı, iki kulakçık arasında doğum öncesi kirli ve temiz kanın geçişine izin veren deliği fonksiyonel olarak kapatır.

Yaklaşık olarak üçüncü haftada atmaya başlayan minik kalp ve ilk aydan itibaren oluşan dolaşım sistemi, haftalarca farklı bir sistematik üzerine çalışırken, doğum sonrası bambaşka bir hüviyete bürünür. 40 hafta boyunca kanın karışmasına izin verecek şekilde gelişen sistem, anne ile bağlantının koparılacağı andaki değişikliklerin ne olacağını ilk andan itibaren bilmekte ve bünyesinde bu değişimin mekanizmasını saklamaktadır. Dolaşımdaki kısa devreler, anne rahmindeki hayata mahsustur.

Vakit tamam olur olmaz, yani doğumla beraber göbek kordonu bağlanır bağlanmaz pek çok damar, dakikalar içinde kapatılır. İlk nefes ile akımın yönüne, dünya hayatını geçireceği düzen üzere ayar verilerek, kirli ve temiz kanın akımı birbirinden ayrılır. Anneden emilen kan, göbek kordonuna girip karaciğere yol aldığında, buradan kalbe bağlantı kurup temiz kanı yönlendiren bir damar yapısı, doğum sonrası, bağ dokusuna dönüştürülür. Aylardır içinde alyuvarların koşturduğu iki ucu açık boru körelerek kapatılır. Buradan kalbe ilerleyen kanın geçtiği sağ-sol kulakçık arasındaki delik de, akciğerden dönen akımın yoğunluğu sebebiyle fonksiyonel olarak kapatılmıştır. Artık kan, sağ kalp ile sol kalp arasındaki bağlantısını, akciğerler üzerinden geçerek ve tertemiz olarak tamamlayacaktır. Kan, sağ kulakçıktan sağ karıncığa iner, buradan direk akciğerlere yönelir.

Akciğerler aylardır bu iş için hazırlanmıştır. Anne rahminde mükemmel gelişimini tamamlayıp gaz alışverişini kusursuz şekilde yapmak üzere gerekli hazırlıklarını bitirmiş olan solunum sistemi, içerdeki hayatında bebeğin aktif olarak kullanmadığı bir yapıdır. Onun vazifesini, bebeğin eş’i üstlenmiş ve ciğerler, vakit gelince devreye sokulmak üzere istirahatta bekletilmiştir. Bu sırada fazla kan yüklemesine de gerek olmadığından, ihtiyacı kadar kanı anneden alıp sadece beslenmekle yetinmiş, damar sistemine böyle bir ayar verilmiştir.

Hâsılı, anne rahminde bir defa bile yapmadığı işi, ilk kez olarak yapacaktır. Burundan en uç noktaya kadar milim atlamadan uzman ekiplerin nöbet tuttuğu hava yolu, milyonlarca kesecik ve onu saran salgı sistemi, damar ve sinir yapılanması, iş başı yapmak için birinin düğmeye basmasını beklemektedir. Kapalı kapıları açıp, açık olanları kapatan, aylardır kilitli tutulan sistemin şifresini çözen şey ise; bebeğin, herkesi sevindiren ilk çığlığıdır!

İlk ağlama ve ilk nefes ile hayat bulan sistemin düğümleri, tereyağından kıl çeker gibi çözülür ve sistem tıkır tıkır işlemeye başlar. İşini ilk defa yapmanın tedirginliğini zerre miktarı taşımayan hücreler, neşe içinde vazife başındadır.

Akciğerler; içindeki kesecikler ile olabildiğince gerilmiş, sayamayacağımız kadar çok hava molekülünü ilk soluk ile içine çekmiş ve atmosferden aldığı oksijenle, dolaşım sistemiyle kalpten gelen karbondioksiti yüksek kanı temizlemiştir. Bu faaliyet, saniyeler içinde olup bitmiş, temiz kan sol kulakçığa döndüğünde; burada aylardır açık bulunan ve kanın sağdan sola geçmesine müsaade eden deliği kapatmış; anne rahmindeki hayatın tersine, sol kalbin yükü artmıştır. Sol kalp (kası) sağa doğru gitgide güçlenir ve son nefes tamam olana kadar vazifeyi böylece üstlenmiş olur.

Sol karıncıktan ana atardamara dolan kan, süratle vücudun üst kısmına, oradan göğüs kafesine ve alt sisteme doğru yol alır. Alt tarafa temiz kanı deverân ettiren sistem, önceden göbekten anneye bağlanan borulara akarken, artık bu kapıların kapanmış olduğunu görerek doğruca sağ kalbe yönelir. Biraz önceki damar yapılarından geriye ucu kapatılmış olan bağ dokuları kalmıştır ve kanın mecburî akış yönü, sağ kalpten akciğere, oradan sol kalbe ve sisteme doğrultulmuştur. Bu, ömür boyu böylece devam edecektir.

Ana rahminde düzenli oksijenlemeyi sağlamak üzere inşâ edilmiş önemli damar yapılarının ve kısa devrelerin bazısı dakikalar ve saatler, bazısı da günler içinde kapatılarak bebeğin yeni hayatına adaptasyonu sağlanmıştır. Sağ kalpten akciğere giderken, kanın çoğunu ana damara atan devre ise, bebeğin ağlamasıyla beraber kanda yükselen oksijen sebebiyle hızla kapatılmış, böylece temiz ve kirli kanın doğumla beraber en önemli yerde karışması, ânında engellenmiştir. İçerde aylardır kilitli tutulan bütün sistematiğin şifresi; bebeğin “ağlaması”dır. İşte bu sebeple bebeğin ağlaması; nefes almasıdır, hayatıdır! Hücreler için âdeta bir paroladır!

Anne rahminde bir parazit gibi davranan, ihtiyacı olan her türlü gıda maddesi, mineral ve oksijeni annenin dolaşımından alan bebeğin sistemleri, burada geçireceği kısıtlı süreye has bir gelişim gösterse de, asıl hayatını geçireceği mekân içindir hazırlıklarının bütünü...

Lâkin, içerdeki sürecin sağlıkla tamamlanabilmesi ve ardından vakit tamam olur olmaz, gerekli adımların ustalıkla atılabilmesi; 46 kromozomlu hücre kümesinin marifeti olabilir mi? Dünyanın bilmediğimiz yerlerinden insanın yaratılışı için koşup gelen atomların bir araya gelerek oluşturduğu yapılarla, burada izahını vermeye çalıştığımız sistemin işleyişini açıklayabilir miyiz?

Her şeyden habersiz görünen bebeğin; karmaşık ve bir o kadar mükemmel sistemleri inşâ edebilmesi ve bunların vakit geldiğinde başka bir işleyişe bürünmesi için, ağlaması gerektiğini bilebilmesi mümkün müdür? Dolaşım sisteminin ilk taslağı oluşurken akciğerlerden bağımsız bir yapının kurulması gerektiğini, bunun için lüzumlu delik ve bağlantıların nerelere konulacağını, doğumla beraber birer birer bu devrelerin kapatılıp yerine farklı bir sistemin idâme edileceğini, şayet bunlar inşâ edilmeseydi neler olabileceğini bilen kimdir?

O sırada canının derdinde olan, âdeta ölüm kalım savaşı veren anneler mi?! Ki o şefkat dolu anneler, yeni doğacak çocuk için her türlü tedbiri en mükemmel ve fedâkârane bir şekilde alırlar. Bütün anneler, bilim adamı olsalar ve bir araya gelip bunun çalışmasını plânlasalar, yine de bu kusursuz işleyişin üstesinden gelebilirler miydi acaba?

Soruları ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım, cevapları tek olacaktır! Bütün kâinatı yoktan var eden sonsuz hikmet ve kudret sahibi Zât’tır; “zübde-i âlem: âlem’in özü” olan Âdem’i yaratan ve âlemleri onun emrine âmâde kılan![1]

İnsan hakikaten “bir sanat harikası” ve Yaratan, ona değer vermiş, onu severek yaratmış; “Kulum!” demiş, “Kulluğun ile kıymetlisin!”[2] buyurmuş!

Kul, Rabbini bildiği kadar O’nun katında kıymet kazanacak iken, bizler üzerimize lütuflarını yağdıran yüce Mevlâ’yı tanıma hususunda ne yapıyoruz? En ufak bir ikrama bile, en azından minnet dolu bir tebessümü borç bilmesi gereken insanoğlu, dönüp de kendisine ikramda bulunan kişiye bir tokat atsa, bunu nasıl karşılarız? Ya her şeyi insanın emrine âmâde kılan Rabbimize bunca nankörlük nedendir?!

Annelerin evlatları için olan karşılıksız sevgileri ve her türlü zorluğun üstesinden gelmeye kalkmaları, gerekirse canlarını fedaya kadar gitmelerini takdir ederiz hep… Lâkin bütün bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın ana yüreğine ihsân ettiği muhabbetin bir eseri değil midir? Hâl böyle iken annelerin, fedakârlıklarını görmezden gelen evlâtlarına karşı hüzünle gönül koymaya ve serzenişte bulunmaya haklarının olduğunu düşünüp böyle evlâtları kınamaz mıyız? Peki, ya bunca nimete karşı şımaran ve kadir bilmeyen nefsimize karşı tavrımız ne olmalıdır?

Bizleri sarıp sarmaladığı nimetlerini saymakla bitiremeyeceğimiz[3] Rabbimize karşı bizi aldatan nedir acaba?[4] O ki, bize verdiği her nimetten dolayı bir gün mutlaka hesaba çekeceğini haber vermiştir.[5] İşte o gün gelmeden önce insana bu imtihan dünyasında iki seçenek kalır; ya şükreder ya da nankör olur.[6] Her hâlükârda yaptığının karşılığını eksiksiz olarak önünde bulur.

Bir nefesi rahatça alabilmemize karşılık, bütün varlığımızı isteselerdi ne yapardık acaba? Ya da bir gözümüze, bir kulağımıza karşı nelerden tâviz vermezdik ki?!.. Muayyen vakte hasredilmiş ömrümüzde Rabbimizin bizden istediği ne, peki?!

Kısaca nimeti vereni bilmek ve O’ndan gâfil olmamak!.. Bezm-i elestte[7] O’na verdiğimiz söze sâdık kalmak, ahdimize vefâ göstermek, andımızı hiç unutmamak, O’nu hep hatırda tutmak!..

İnsanız elbet, zayıfız,[8] zaaflarla sarılmışız; mayamıza kodlanmış menfiliklerimiz de var, müsbetlerimize karşılık[9]… Lâkin sonsuz merhamet ve mağfiret sahibi bir Rabbimiz var; gönülden el açıp yalvarabileceğimiz!..

“Üsve-i hasene: en güzel örnek”[10] alabileceğimiz, “bizden” bir rehberimiz var; bizim için istiğfar ile duâ eden[11]… İyiliklerimize sevinip, günahlarımıza gözyaşı döken, asırlar öncesinden, “Kardeşlerimizi görmeyi çok isterdim!”[12] hitâbı ile O’na hasret gönüllere su serpen…

“-Ümmetimi Havz-ı Kevser’in başında bekliyorum. Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayın!” buyuran... (İbn-i Mâce, Menâsik, 76)

Ve o kutlu Rehber’in izini süren Hak dostları var, hem de kıl kadar ayrılmadan… Her asra ışık tutarak insanlara yoldaş olan...

Hâsılı hiçbir zaman yalnız ve çâresiz değiliz. Sadece gören bir göz ve hissedip idrâk eden bir gönül lâzım bize...

Rabbimiz, lütfu ile ihsanda bulunup biz âciz kullarını affetsin. Bize her an kendisiyle beraber olduğumuz (maiyyet)[13] şuuruyla yaşamayı nasip eylesin. İlâhî kameraların altında olduğumuzu unutturmasın. Üzerimizdeki lütuflarına karşı bizi kör ve sağır eylemesin. “Kulum!” desin; bizi sevsin, sevdirsin, sevindirsin, sevdikleriyle beraber haşreylesin. Âmin.

 

[1] el-Câsiye, 13.

[2] el-Furkan, 77.

[3] İbrahim, 34.

[4] el-İnfitâr, 6-8.

[5] et-Tekâsür, 8.

[6] el-İnsan, 3.

[7] el-A’raf, 172.

[8] en-Nisâ, 28.

[9] eş-Şems, 9.

[10] el-Ahzâb, 21.

[11] en-Nisâ, 64.

[12] Müslim, Taharet, 39; İbn-i Mâce, Zühd, 36.

[13] el-Hadîd, 4.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle