Hz. Sâlih’in Devesinin Düşündürdükleri

Dünyaya acziyet içinde gözlerini açan mâsum yavru için her şey çok önceden düşünülerek, anneler kendi annelerinin karnında bir tohum iken gerekli temeller atılmıştır. Yani gelecek olan kıymetli misafir için iki nesil öncesinden hazırlıklar yapılmaya başlanmıştır. Şuursuz atomların içine öz hâle getirilip kodlanan bilgiler, vakti zamanı geldiğinde kütüphaneden çıkarılıp okunan kitaptaki bilginin işleme konulması gibi faaliyete geçirilir. Sanat harikası insanın ilk hücreli hâlinden düzgün ve dengeli yaratılmış bir insan şekline geliş ânına kadar; sarp dağları aşarak dünyaya merhaba dediği andan elveda deyiş vaktine kadar, her ânı şefkatli bir kudret tarafından sarmalanmış ve o hiçbir an başıboş bırakılmamıştır.

Yıllardır süren insanın var oluşu ile alâkalı yazı dizimizde, bebeğin gıdasına geldiğimizde, bu aşamanın da câlib-i dikkat pek çok kısmının olduğunu müşâhede etmekteyiz. Anne sütünün üretiminden, bebeğe takdimine kadar insan bedenindeki hiçbir detay boş yere değildir. Anne bedeninde taşınan masum misafirin beslenmesi için bizzat anne bedeninde yıllar öncesinden bir fabrika kurulmuştur. Sessizce bekleyen işçiler, duydukları bir ses ile hepsi bir anda işbaşı yaparak hummalı bir çalışma başlatmışlardır.

Kendi içlerinde özel şifrelerle anlaşan bu uzman işçiler, annenin yediği çeşitli muhtevadaki rengarenk gıdalardan bebek için elzem olanları seçerek içimi kolay, ılık, tertemiz ve ak bir sıvı üretmişlerdir. Sıvının vaktinden önce salgılanmasını durduran bir mekanizmayı anne bedenine yerleştirmişlerdir. Bebeğin doğumu ile beraber bunun salgılanmaya başlamasını sağlamışlardır. Bir damlası ziyan edilmemesi gereken sıvının yapımı ve boşa akmaması, havuzcuklarda birikmesi, kanallardan fışkırması için gerekli tedbirler alınmış, iletişim ağları oluşturularak anne-bebek arasında görünmez kablolarla bu hat birbirine bağlanmıştır. Lâkin bu bağın kurulmasında ne annenin ne de bebeğin herhangi bir dahli yoktur. Bir insanın var edilişi için yapılan hazırlıklar kemâle erdiğinde, karşımıza çıkan her bir detay, bize onu var eden kudretin; sonsuz azamet ve ilmini göstermektedir.

Uzmanlar, anne sütü hakkında yaptıkları ilmî araştırmalar neticesinde her aşamada âciz kaldıklarını itiraf etmektedirler. Hâl böyle iken; sütün hazırlanışı insanın inisiyatifine terk edilseydi, anne yüreğindeki sevginin kudreti; bebeklerinin ihtiyacı olan gıdayı böyle eksiksiz bir şekilde hazırlayıp takdim etmeye yetecek miydi? Ya bebekler? Onlar kendilerine ikram edilen bu mükemmel gıdayı nasıl alacaklarını, devamını nasıl sağlayacaklarını bilebilecek, büyüdükçe değişen ihtiyaçlarına göre muhtevasını ve miktarını ayarlayabilecekler miydi?

Yeni doğan bir bebek, midesinin hacmini; hangi haftada kaç mililitre süt ile doyacağını; hangi atomlardan ne miktarda buna karışması gerektiğini; sütün, bünyesine alerji yapmaması için hangi tedbirlerin lazım geldiğini; içtiği sütü nasıl hazmedeceğini ilh... bilebilir mi? Benzer soruları, annelere sorduğumuzda nasıl cevap vereceklerdir? Bebeğini düşünmekle bile anne sütünün taşması, onu şefkatli sînesine bastırırken hem kendisinin hem bebeğin huzur bulması, emzirme ile bebeğe henüz bilemediğimiz bir sûrette karakter geçişinin de olması gibi; bırakalım anlamayı, okumaktan dahî âciz kaldığımız nice ayrıntı; bu harikulâde süreci yöneten kusursuz bir Yaratıcı’yı bize haykırmaktadır. Tabiî ki hakikat, daima gören gözler ve işiten kulaklar için zâhirdir. Hattâ öyle zâhirdir ki, “Zuhûrunun şiddetinden gâiptir!” buyrulmuştur.

Yakın bir zamanda kıymetli bir hanım topluluğunda Hazret-i Sâlih -aleyhisselâm-’ın kıssasını dinlemek nasip olmuştu. Kavmin, peygamberinden mûcize isteği ve kayadan deve çıkması konusu anlatılıyordu. Azgın ve şımarık Semud Kavmi, Hazret-i Sâlih’e:

“-Eğer peygamber isen, şu kayadan doğurmak üzere olan dişi bir deve çıksın. Yavrusu da annesine benzesin. Sütünden içen hastalar şifâ bulsun, fakirler zengin olsun. Sütü yazın serin, kışın sıcak olsun...” gibi taleplerde bulunuyorlardı.

Allâh’ın yardımı ile mûcize gerçekleşiyor, kaya sancılanarak deveyi doğuruyordu. Hem de istenilen bütün özelliklere sahip vasıflarda… Lâkin inanmak istemeyen yarasa fikirliler, buna “Sihir!” deyip geçiyor, inananları da alaya almaktan geri kalmıyorlardı. Hattâ bazısı:

“-Bunda ne var, ben size daha büyüğünü göstereceğim!” diyor, ancak bu söylenen kuru gürültüden öteye gitmiyordu.

“-Hayret!” dedim; “Asırlar geçse de insanoğlu hiç değişmiyor. O zaman kayadan çıkan mûcizeyi görmek istemeyen ve buna türlü bahaneler üretenler, bugün kostüm değiştirerek aramızda yaşıyorlar.”

Birkaç zamandır doğum ve anne sütü ile alâkalı olarak kaleme aldığımız yazıları düşündüm. Bebeğin sapasağlam bir karargâhta haftalardır korunarak saklanmasını, vakit tamam olunca annede sancıların başlamasını, sarp kayalıkları aşıp kemik çatıdan hasar almadan dünyaya gelmesini, hem annesine hem babasına, hattâ geçmiş nesillere benzemesini, annesinin vücudunda ona özel bir sütün üretilmesini, bu sütün taşıdığı vasıfları...

Bebek büyüdükçe ihtiyaca göre muhtevâ ve miktarına ayar verilmesini, en sıcak havalarda sıvı ihtiyacını giderirken, en soğuk iklimlerde onu üşütmemesini, hattâ hasta ise bu sütün onu aşılayarak bir çeşit tedavi yapmasını, ağrısı var ise gidermesini, yorgun ise dinlendirmesini... Bir yandan âile için en ekonomik besleme şekli olup maddî olarak kazandırdıklarını ilh.. İki hâdise arasındaki hayret verici benzerlikleri...

Hazret-i Sâlih’in, kavmi ile mücadelesini dinleyince inkârcılara hayret eden bendenizi, öğrencilik yıllarıma götürdü bu kıssa… Çiçeği burnunda bir tıp fakültesi öğrencisi iken, çalışıp ezberlemek zorunda olduğum derslerin yoğunluğundan, çoğu zaman rûhumun geride kalıp işittiğim şeyleri lâyıkınca tefekkür edemesem de; saçı ağarmış nice hocanın, kendi ağzından dökülen pek çok mûcizevî hakikate karşı kör ve sağır tutumlarına ne kadar şaşırdığımı hatırladım. Hattâ fakülteye başlamadan önce tıp ilmi tahsil edenlerin kuvvetli îmanı karşısında lâl olacağımı hayal ederken, yaşadığımız zorlu tahsil hayatı boyunca bu hayallerin nasıl suya düştüğünü de...

 Kâinat kör gözlere inat, mûcizevî hâdiselerle çepeçevre kuşatılmışken, insanlar yine de mûcize beklentisi içinde olabilmekte… Bir insanın günbegün yoktan yaratılarak, haftalarca kat kat karanlıkların içinde ve suda yaşatılması, insan bedeninin çatısı olan kemik yapıların arasından geçerek dünyaya sapasağlam gelmesi ve eşsiz özelliklere sahip bir sıvının kendisine ikram edilmesi mi; yoksa kayanın deve doğurması mı; “Hangisi daha büyük bir mûcize?” diye düşünmekten kendimi alamadım! Ancak o zaman buna sihir diyerek inkâr eden mantık; bugün de “Tabiat ana!” veya “Tesadüf!” diyerek varlık göstermenin, zihinlere şüphe ve inançsızlık zehirlerinin tohumlarını serpmenin derdinde… Hattâ:

“-Biz daha iyisini yapabiliriz, bir hücreyi çözümlediğimiz zaman biz bir insanı yaratabiliriz.” diyerek, ayrıca meydan okumakta!

 Zamanın ilerleyişi gardropları değiştirse de insanın tabiatındaki mezmûm (yerilmiş) sıfatlar terbiye olmadıkça, insanın hakikati değişmiyor. Her devirde, gün gibi ışıyan mutlak hakikati görmek istemeyenlerin varlığı devam ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’in, asırlar öncesinde yaşamış geçmiş ümmetlerin kıssalarını anlatmasındaki sebep; sadece o zamana ait olan tarihî bazı hâdiselerin dile getirilmesi olmasa gerek...

Çağlar ötesinden gelen ve kişi ile kalbi arasına giren yüce kelâm, yüreğimizi titretirken zamanları aşarak bütün asırlara sesleniyor. Peygamberlerini inkâr eden kavimlerin başına gelenleri anlatırken, her devirde yaşayan inkarcılara misaller getirerek onları tehdit ediyor. Îman edenlerin kalplerini pekiştiren bu hâdiselerden bir ibret dersi çıkarılmasını istiyor.

İnsanı hem dışardan hem içerden saran nîmetler hatırlatılarak Yaratan’ın kudretine dikkat çekilen Şems Sûresi’nde, terbiye olmamış nefsin sultasında bir ömür sürerek rûhunu onun karanlığına terk edenin âkıbetinin ne olacağı, üst üste kuvvetli yeminlerle anlatılıyor. Asıl var edeni görmezden gelerek yaşama gafletine düşenlerin, hüsrana uğrayacağı te’kidli bir şekilde ifade edildikten sonra, takip eden âyetlerde Semûd Kavmi’nin helâkinin anlatılması da boşuna değil elbet...

İlk nâzil olan âyetlerde “Oku!” buyuruyordu Rabbimiz, Habîbi’ne... “Yaratan Rabbinin adı ile oku!” Ayrıca neyden yaratıldığımızı zikrederek tekrar “Oku!” buyuruyordu ümmî Nebî’sine... Her şeyi oku, kendini, aczini, seni çepeçevre kuşatan kâinâtı, içine derç ettiğim kâinâtı ve bu Kur’ân’ı oku! Ancak illâ “Rabbinin adı ile oku!” Nefsinden ve İblis’ten Allâh’a sığınarak, “Eûzü” ile oku!.. Çünkü okumayı böyle yapmadığında seni bekleyen tehlikeler var.

Tefekkürden uzak insan, kendisine meccânen verilen nîmetleri, hak ettiğini düşünüyor. Okumaya başladığında, her işi kendisinin becerdiğini sanıyor. Okuyan, ezberleyen, anlayan, kalemle yazan vs. hep kendisi… Hâlbuki insanın öz sıfatının “bilgisizlik” olduğunu yine Rabbimiz bildiriyor![1] Allah’tan gâfil olarak yapılan her okuma, kişinin nefsini palazlandırarak onu zifiri karanlıkta bırakıyor; cehâlet karanlığında: “Yaratıcı’sını bilmeme cehâleti”... Karanlığın en koyusu ve amansızı; bazen diplomalı, hattâ akademik ünvanlı ve kişinin kendisine zulmetmesine sebep olan, koyu bir cehâlet!..

Hâlbuki kısacık dünya hayatına gönderilişimizin sebebi, buradaki sırları çözmek... Böylece huzuru yakalayarak hem imtihanımızı geçmek, hem de ebedî saadeti kazanmak… Bunu nasıl başaracağımızla ilgili usuller, yüce Yaratan tarafından kıyamete kadar korunacak olan Zikr-i Hakîm’inde gösterilmiş. İlk nâzil olan âyetler ile nasıl bir okuma yapmamız gerektiği emredilmiş. “Asıl bilenlerin kimler olduğu”[2]; Allah’tan “kimlerin gerçek mânâda korktuğu”[3]; O’ndan hakkıyla korkanlara “bizzat Rabbimizin ilim öğreteceği”[4] ve bu ilmin nûru ile hakkın bâtıldan rahatça ayırt edilebileceği bildirilmiş.[5]

Bütün bunlara rağmen tahsil ettiği ilmin kişiyi mahrum bırakıp ziyana uğramasına sebep olması ne kadar acı! Allâh’ın verdiği akıl, idrak, göz, kulak gibi nîmetlerden istifade ederek elde edilen bir bilgi ile, ilmin gerçek sahibini görememek, hattâ O’ndan uzaklaşmak ne büyük kayıp... “Çalışıp boşa yorulmuşlardır.” buyuruyor âyet-i kerîme[6] bunlar için... Yine, Rabbinden uzaklaştıran bilgiye “insanın ancak hamal olduğu”, böyle bir tahsil yapanların da “kitap yüklü merkepten farkı olmadığı”[7] bildiriliyor...

Rabbimiz, cümlemizi gafletten muhafaza buyursun. Tahsil ettiği ilim ile mağrur olup zifiri karanlıklarda kalanlardan eylemesin. İlmin hamalı değil, âmili ve ârifi olmayı ihsan buyursun. Her zerreye sırladığı kâinâtı, yine O’nun adı ile okumayı, haddimizi bilmeyi nasip eylesin. Güneş’i takip eden Ay gibi, hakikatin ışığından bizi bir dem ayırmayıp, hakkı gösteren bir ayna olabilmeyi lutfeylesin, inşâallâh. Âmîn...

Yerler, gökler ve bütün kâinat, Hakk’a ayna iken,

Âlimim diye övünme, okutan hem O (c.c.) iken!

Güneş’i takip eden Ay ol: Ya ayna ol, ya da bul!

Nefsin esîri olma, sadece O’na (c.c.) ol kul!..

 

[1] Bkz: el-Ahzâb, 72.

[2] ez-Zümer, 9.

[3] Fâtır, 28.

[4] el-Bakara, 282.

[5] el-Enfâl, 29; el-Hadîd, 28.

[6] el-Ğaşiye, 3.

[7] el-Cum’a, 5.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle