Her Ne Ararsan Kendinde Ara

İnsanoğlu bir arayışın içinde dünyaya geliyor. Bu arayış, kimi zaman hakikat arayışı olurken, kimi zaman rızık arayışı, kimi zaman evlâd arayışı, kimi zaman mal arayışı, hatta kimi zaman şirâzeden çıkarcasına belâ arayışına dönüşebiliyor.

İnsan, her türlü madde arayışına bir türlü yol buluyor da mânâ arayışı uzun sürüyor. Eğer bir kalp, vahiy ve nübüvvet nûru ile aydınlanmışsa, kişinin arayışı sükûn buluyor. Eğer o kalp vahiyden ve nübüvvet nûrundan mahrum kalmış yahut yolunu aydınlatacağını düşündüğü başka mecralara sapmışsa, “İşte buldum!” dediği şey, onun dünya ve ukbâda felâketi oluyor.

İnsan, fıtraten bir inanma ihtiyacı ile doğuyor. Müteâl/Yüce bir varlığa inanma meylini, Rabbimiz fıtrî olarak yaratılışımıza kodlayarak bizi dünyaya gönderiyor. Lâkin hadîs-i şerifte de buyrulduğu üzere, âile ve çevre faktörleri insanın fıtratını bozarak onu alternatif arayışlara sürüklüyor.[1]

Müslümanı, yahudisi, hıristiyanı yahut hindusu… Her bir inancın mensubu, şehir hayatının yaşanmaz hâle gelişinden, iş yoğunluğundan, stres, depresyon, anksiyete bozukluğundan, dinlenememekten, yorgunluktan şikâyetçi… Aslında, bu şikâyetleri asgarîye indirmek de, bunları bertaraf etmek de insanın elinde… Zira Yüce Rabbimiz, İslâm Dîni merkezinde bize pek çok şifa kaynağı bahşetmiş.

Kur’ân-ı Kerîm’de muhtelif âyetlerde insana apaçık yollar gösteriliyor. Bunların en başında Rabbimizin bize çok yakın olduğu ve duâ vurgusu var:

“…Bana duâ edin, duânıza icâbet edeyim.” (el-Mü’min, 60)

(Ey Rasûlüm!) De ki: «Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!..»” (el-Furkan, 77)

“Kullarım Sana, Beni sorduğunda (söyle onlara): «Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin dileğine karşılık veririm. O hâlde (kullarım da) Benim dâvetime uysunlar ve Bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.»” (el-Bakara, 186)

Yüce Allah, bize şah damarımızdan yakın olduğunu bildiriyor:

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de Biz biliriz. Çünkü Biz, ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)

 “Artık siz Beni anın ki, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin.” (el-Bakara, 152)

“Allâh’ı anmak” demek olan zikir; ruha/sadra şifâ olduğu kadar insan beynine ve vücûduna da şifâdır. Demek ki aradığımız şifâ ve rahmet, bizzat özümüzde, bizi besleyen damarlarda vücut bulur… Kur’ân okumak bir şifâdır, âhirette şefaate vesîledir. Hakkıyla kılınan namaz, sahibini fahşâ ve münkerden alıkoyar. Oruç, zekât, sadaka; her biri gerek fert gerek toplum için maddî-mânevî kazanç ve rahatlama vesîleleridir.

Rabbimizin bize bildirdiğine göre; insan bu dünyaya tek şey için gönderilmiştir: Allâh’ı tanıyıp O’na kul olmak… Bu, öncelikle bir irfan yolculuğudur. Temel ibadet ve tâatlere ilâve olarak, derin tefekkür, duyuş, hissediş, duâ, acziyetini ve haddini bilme; insanın kemâl yolculuğunun ana unsurlarıdır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allâh’ın Kitab’ı ve Peygamberinin Sünnet’i...” (Muvatta’, Kader, 3) buyurarak bizlere doğru yola ulaştıran kapıları işaret etmiştir.

Meşhur bir kelâm-ı kibârdır: “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.” Tanımak için bilmek, bilmek için de bulmak lâzımdır. Asırlardır dünya hayatının yoruculuğu ve aldatıcılığı karşısında kendi dînini, inancını tam kavrayamamış yahut reddetmiş materyalist düşünceli insanlar, içlerindeki “inanma ve sığınma” ihtiyacını içi boş, mâlâyânî felsefelerden medet umarak karşılamaya çalışmışlardır.

Son ilâhî din ve sistem olan İslâmiyet’in getirdiği güzellikler ve bulunmaz nîmetler varken, insanoğlu özündeki cevheri görmezden gelerek çıkmaz sokaklara, hattâ kör kuyulara dalmakta, sefâletine zemin hazırlamaktadır.

Gerek peygamberler tarihine, gerekse günümüze şöyle bir bakarsak; insanoğlu maddî refahı buldukça/bulmak için mânevî değerleri kaybetti, kaybediyor. Dünya ile meşguliyet arttıkça dünya işlerinin yoğunluğu, stresi, koşuşturması; insanı yeni arayışlara sürüklüyor. Bunun en önemli örneklerini Batı dünyasında görüyoruz.

Hıristiyan Batı, içi boşaltılan ve Teslis’e (Üç Tanrı İnancı: Baba, Oğul, Kutsal Ruh) dayanan inancını terk etti yahut dînini kültürel mânâda yaşama yolunu seçti. İnancını tamamen yitirenler, ateizmin pençesine takılmışken, bir kültürel miras olarak Hıristiyanlığa bakanlar “new age” akımlara yöneldiler. Batı hızla materyalist, maddeci bir anlayışa sürüklenedursun, Mistik Doğu bütün büyüleyiciliği ile Batı’ya âdeta can simidi uzattı. Uzakdoğu, dînî ve felsefî doktrinleri olan yoga, reiki, meditasyon, olumlama, evrene mesaj gönderme, rûhî terapiler gibi pek çok argümanı kullanarak insanların yitirdiği mâneviyatı, huzuru, şifâyı onlara geri kazandırmayı vaad etti.

Günümüzde bilhassa tahrife uğramış dinlerin yozlaşması, İslâm özelinde bakarsak, adı müslüman, ama dîne ve dindarlığa dair her şeyi elinin tersiyle iten modern insanların varlığı, bazı ihtiyaçları da beraberinde getirdi. Evet, ihtiyaç… Neydi bu ihtiyaç? İnsanın mâneviyat arayışı.

Teknoloji, kültür, para, makam, mevki, bilim, sanat… İnsanoğlu hemen her devirde madden doyum noktasına ulaştı, ancak mânevî açlığını gideremediği için büyük bir boşluğa düştü. Bu boşluk hissi, onu çeşitli arayışlara sürükledi. Çünkü dünya hayatı binbir çeşit angarya ile doluydu. Hayat yorucu, yıpratıcı, hatta bütün zevklere doyulmuş olduğundan, zevksizdi. Mutluluk formülleri, birer pazarlama stratejisi olarak bir bir sunulmaktaydı. Özündeki değeri görmezden gelen insanoğlu, arayışını pagan/putperest anlayışların temellendirdiği mistik hareketlere yöneltti.

Rûhu materyalizm gözüyle metafizik bir enerji kaynağı olarak gören doktrinler, mânâ ve derinlik arayışında olan insanlara yeşil ışık yakıyordu. Önce rahatlama, günlük hayatın stresinden kurtulma ve şuur altı temizliği etiketleri ile sunulan yogaya yöneldi, arayış yolcusu insan… Yoga, Hinduizm ve Budizm temellerine dayanan bir ibadet şekliydi aslında... Özü müslüman olan ruha, putperest doktrinler ne kadar fayda edebilirdi? Basın ve yayın kuruluşları bu pazarlama stratejisine pek çok olumlu katkıda bulundular. Kadın dergileri, gazetelerin haftasonu ekleri, “sağlıklı yaşam” programları; ballandıra ballandıra yogadan bahsediyordu. “Gevşe, rahatla, rûhunu keşfet, özüne dön!” replikleri, yogadan medet umanlar için bulunmaz fırsatlar olarak değerlendirildi.

Aslına bakılırsa meselenin arka plânı göründüğü gibi değil! Batı’da ve Amerika’da Uzakdoğu dinlerinin birer misyonerlik faaliyeti olarak yürüttüğü bu çalışmalar, ülkemizde ve müslüman dünyada yoga ve spritüel yaşam dernekleri, meditasyon akademileri ya da spor merkezi ruhsatı alınarak açılıyor. (Devam edecek)

 

[1] Bkz: Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünne, 17; Tirmizî, Kader, 5.

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle