Göçtü Kervan!

İnsanın yaşı ilerledikçe daha iyi anlıyor: gurbet neresi, sıla neresi… Sılaya dönenlerin ardından, biz gurbette kalanlar; onlarla kavuşacağımız güne kadar, boğazımızda düğümlenen anılarla, gözümüzde biriken hasret yağmurlarıyla avunmaktayız.

Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla akrabalarımız arasında yaklaşık otuz yıla dayanan, benim çocukluk yıllarıma kadar uzanan güzel bir gelenek mevcut… Kendimi bildim bileli, âilecek iştirak ettiğimiz, her ayın ilk Pazar günü, mevsimine göre değişen zaman diliminde ikindi veya akşam namazına müteakip bir akrabamızın evinde “akrabalar günü” tertip edilir, 7’den 70’e herkes birbiri ile görüşür, kaynaşır, sıla-i rahim yapılır. İlmi ve yaşı bakımından âile içindeki en büyük söz sahibi olan amcamız, Allah dostlarının kitaplarından sohbetler yapar, ardından bir önceki ayda akrabalar arasında dağıtılmış olan hatmin duâsı yapılır, o ayda sene-i devriyesi olan ve diğer akraba-i taallukâta hediye edilir.

Yıllar öncesinde hangi akrabada toplanılacağı, kimin bir sonraki “akrabalar günü”ne kadar hangi cüzü okuyacağının organizesini yapan rahmetli amcam dâhil olmak üzere birçok eksiğimiz, birçok sılaya göçenimiz var, mekânları Cennet olsun… Son akrabalar gününde bir akrabamızın “Göçenler, kalanlardan daha kalabalık oldu!” sözü, yıllar içinde nasıl azalıp küçüldüğümüzü ve nereden nereye geldiğimizi görmemize yetti de arttı… Yûnus’un dediği gibi:

Âh nice bir uyursun, uyanmaz mısın?

Göçtü kervan kaldık dağlar başında.

 

Çağrışır tellallar inanmaz mısın?

Göçtü kervan, kaldık dağlar başında.

“Sözü önce söyleyeyim özüme, yoksa kalpten kalbe gitmez kurbanım” diyen şâir gibi, evvelâ özümedir cümle söylediklerim ve söyleyeceklerim…

“Küllü nefsin zâika­tü’l-mevt: Her nefis, ölümü tadacaktır…” (el-Enbiyâ, 35) buyuran Rabbimizin fermanı gibi, biz de göçüp giden o kervana er ya da geç katılacak, yazıyı yazan ben de, yazıyı okuyan sen de bu ayet-i celîlenin muhatapları olarak ecel kapımızı çaldığında, onu buyur edeceğiz.

* * *

Ölümü tefekkür etmenin en canlı yeri gasilhâneler… Anadolu’da bu yerlerin biraz daha küçük olabileceği kanaatindeyim. İstanbul’da en son anneannemin vefatında girip oranın havasını solumuştum… Tâbir-i câizse, ölümü iliklerime kadar hissetmiştim… Bir gün önce hastahânede vefat edip hayatında hiçbir zaman girmek istemediğini belirttiği morgda sırasını bekliyordu anneannem…

Annemin kapıdan girer girmez morgun o soğuk dolaplarının karşısına yığılması hâlâ gözümün önünde… Yıkama sırasına göre, sırası geleni çağırıyorlar, yıkayıp son yolculuğu için hazırlıyorlardı. O sırada muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin şu sözü gelmişti aklıma:

“Ölümün en net tefekkürü, ölenlerin mor dudaklarında dü­ğümlenen çözülmez sükûtun sırrında gizlidir.”

Hazırlanan cenâzeler, bekleme salonuna alınıyordu. Evet, bekleme salonu, cenaze yakınları için değil, cenazeler için hazırlanmış bekleme salonu... Yaklaşık 10 demir masa ve her masada iki mevtâ… Vakti gelen, vazifeli imam eşliğinde yolculuğuna çıkıyor. Herkesin suratında ölümün soğuk yüzü…

Cenâze sahiplerinin üzgün ve bitkin hâllerinin yanı sıra, bir o kadar da başka cenaze sahiplerine destek olma çabası görülmeye değerdi. Cenazesini taşıyacak kimsesi olmayanlara, diğerlerinin omuz vermesi, destek olması… Herkesin en korumasız, en yaralı olduğu zamanlar…

Gasilhâne, kabristanla iç içe… Kabristanın kapısının dışında olanca hızıyla akıp giden, ölümden bîhaber yaşanan bir hayat… O kapının içerisinde ise “meçhûle kalkan bir gemi gibi” yolculuğa çıkan cansız bedenler, üzüntüleri ve acılarıyla canlı ceset hâline gelen cenaze sahipleri, ölümün ne olduğunun tam olarak farkında ve o şuurda…

Bir kapı, iki ayrı dünya…

“İrciî ilâ Rabbiki: Rabbine dön! (el-Fecr, 28) emrini duyuncaya kadar kendisine takdir edilmiş zamanı yaşayan bizlerin en büyük derdi olmalı, son nefes… Bu sebeple muhterem Osman Nûrî Topbaş Hocaefendi’nin şu sözü ne kadar da önemlidir:

“Ölümün tefekkürüyle aydınlanmamış bir hayat, karanlık bir musibet gecesinden farksızdır. Gönüller, «ölüm» muammâsı üzerinde derinleşmedikçe o istikbâl diyarının sırrına erilemez. Ölümden kaçmak, boşuna yorulmak; onu görmezden gelip unutmaya çalışmaksa, en büyük hamâkattir.”

Ölümden kaçmak, elbette boşuna yorulmaktır. Cenâb-ı Hak, Kâf Sûresi’nin 19. âyetinde şöyle buyuruyor:

“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de, «Ey insan! İşte bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâ­hu aleyhi ve sellem- ölümü tefek­kür etmenin, dünya ve âhiret hayatı­mız için ne kadar faydalı olduğunu şöyle açıklamıştır:

“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günah­lardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşü­nürseniz, sizi zenginliğin âfetlerin­den korur. Fakirken tefekkür ederse­niz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)

Yine Rasûl-i Kibriyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız!..” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Dünyaya bu kadar bağlıyken, o bağı biraz çözmek, biraz yüzümüzü âhirete dönmek, hayatımızın mânâsını daha derinden idrâk edip, şuurlu bir mü’min olabilmek için ölümü tefekkür etmek üzere kabir ziyaretlerinde bulunulmalıdır.

Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur:

“Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti, bize âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 77)

Kabristan ziyaretleri, kişinin kalbinin yumuşamasına, dünya hırslarından kurtulmasına vesîle olur. Nefsin hevâ ve isteklerinin ne denli boş olduğunu, dünyanın keşmekeşi arasında sonumuzun nasıl olacağını, kısacası unuttuklarımızı hatırlatır. Bizim de orada yatanlar gibi yatacağımızı, onların yanına gideceğimizi haykırır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:

“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı!

İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de, sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz 104)

Bir gece yarısı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe Vâlidemiz’in odasında uyurken Cebrâil -aleyhisselâm- Rasûl-i Ekrem’i uyandırdı ve getirdiği emri tebliğ etti: “Allah Teâlâ, O’nun Bakî Mezarlığı’na gidip ölülere duâ etmesini istiyordu.”

Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe’yi uyandırmamaya çalışarak yavaşça kalktı. Onun bu hâli, Âişe Annemizi şüpheye düşürdü. “Acaba benim yanımdan kalkıp başka bir hanımına mı gidiyor?” diye düşündü. Sonra da Rasûlullah Efendimiz’in peşine takılarak kabristana kadar O’nu takip etti. Cennetü’l-Bakî, Peygamber Efendimiz’in evine çok yakındı. Peygamber -aleyhissalâtü ve’s-selâm-’ın iki gözü iki çeşme ağlayarak ümmetine duâ ettiğini görünce hâlinden çok utandı.

O sırada Efendimiz, kabristanda yatanlara hitâben şöyle dedi:

“Selâm size, ey mü’minler diyârı! Başınıza geleceği söylenen şeylerle nihayet karşılaştınız. Şimdilik ileri bir tarihe bırakıldınız. İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ım! Bakîü’l-Garkad mezarlığında yatanları bağışla!” (Müslim, Cenâiz 102)

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, orada biraz durup Peygamber-i Zîşân’ın bu coşkulu hâlini seyretti. Sonra da koşarak eve döndü ve yorganı başına çekerek uyuyormuş gibi yaptı. Onun arkasından hemen eve dönen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Âişe’yi nefes nefese görünce durumu anladı ve ona:

“-Allah ve Rasûlü’nün sana haksızlık edeceğinden mi korktun?” diye sitem etti ve böylece kendi davranışlarının Allah Teâlâ tarafından kontrol edildiğini belirtmiş oldu.

Muhakkak ki biz de bizden önce sılaya dönüş yapanlar gibi, bu gurbet elden sılaya yolculuğa çıkacağız.

Cenâb-ı Hak, cümlemize bu şuuru kaybetmeden, sonunu düşünen ve son nefesine hazırlanan kullarından olmayı nasîb eylesin. Üstad Necip Fâzıl’ın dediği gibi:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e “Hoş geldin!” diyebilmekte hüner…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle