Gerçek

İnsanın susturulamayan sesi, göklerden gelene uyduğu takdirde mânâ kazanıyordu. Ümmî Peygamber, Rabbinin, bir ömürlük mürebbîliğinden sonra, kıyamete kadar bütün insanları eğitmeye devam edecek…

Daha önce medrese-üniversite görmediği hâlde en medenî “Şehir Devleti”ni kuracak, Vedâ Hutbesi’yle insanların belki de ancak yüzyıllar sonra ulaşacağı bir seviyede İnsan Hakları Beyannamesi’ni îlan edecek, ashâbına bineklerini savaş esirleriyle münâvebeli kullanacak kadar hak ve adâlete riâyet etmeyi öğretecek, düşmanına su verecek, emziren bir köpek için ordusunun yolunu değiştirecek kadar merhameti kuşanacak…

Bu ruh, kendini arayan, kendi hâlinde bir dervişken Yûnus olup ilâhî aşkın kelâmını satırlara taşıyacak; Mevlânâ olup Şems’in çaktığı kibritle asırlara yayılan bir hayat olacaktı.

Zâhirdi, hâdiselerin gözüken kısmı... Bâtına ne yer, ne anlam verebiliyorduk. Oysa Yaratan’ın takdiri, hakkımızda en hayırlı olandı. İnsan, en büyük derdin kendine ait olduğunu sanıyordu. Rüyalar aynasıydı hayatın, ağacın kökleriydi onlar… Besliyorduk bilerek ya da bilmeyerek… Sırlar, anlayana idi. Bir yanımız ağlarken diğer yanımız gülüyor, hayat çizgisi büyük zikzaklar çiziyordu. Sevdiğimize ıztırap vermek, onu yok saymak, görmezden gelmek, kendini haklı çıkarmak kolaydı. Sele kapılıp gitmek de…

O’nun ipine tutunup kurtulmaksa tercihiydi insanın… Her konuda karşımıza çıkan iyi veya kötüyü seçmek, bize verilen irâdeyi bu seçimde kullanmak, Hazret-i Mûsâ ya da Firavun’u ortaya çıkarmak ve neticesinde vaad edilen Cennet yahut Cehennem’i kazanmak...

Küllî irâdenin cüz’ünü, O’nun rızâsıyla te’lif etmekti bu âlem için tavsiye edilen… Her davranışa, o rızâya varmak için niyet edildiğinde değer kazanıyordu, iki dünya da... Değilse neden imtihan olacaktı, başımıza gelenler?!

Bir musibete sabretmeyi öğrenen kalp, yeniden şenleniyordu. İmtihanlar son nefese kadar devam edecekti. Kâinâtın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı insanın saçlarını bir gecede beyazlatan emir, yani emredildiği gibi dosdoğru olmak, “istikamet” zor olandı.

Rab’den uzaklaştıran her şeydi, nefs ve ardı ardına gelen şeytanın vesvesesi… İyi, doğru, merhamet; sevmediği işlerdi, İblis’in... Tohumlarını saçtıkça artıyordu zillet. Yüzler gerilip saçlar boyandıkça, organik gıdalar tüketilip iksirler içildikçe bizimdi dünya... Kolaydı ölümü görmezden gelmek, her nefsin tadacağını bile bile…

Oysa ölüm, odadaki tek gerçekti, anlayana büyük nasihat... Perdeyle ayrılmış iki yatağın birinde dünyayla bağlantısını kesmiş, sarı yüzlü, her yerinden hortumlar sallanan bir kadın yatıyordu. Yaşlı adam, hastasının başında, avucuna moraran elini almış, omuzları çökük, duânın gücüne sığınarak tekrar tekrar bildiği şifâ âyetlerini okuyup sıvazlıyordu. Bir ömür yavaş yavaş sonlanırken yan yana odalarda, onlarca hasta, kendi kıyâmetleriyle baş başaydı.

Başka bir adam, taşıdığı minik tabutu, vazifelinin önüne koydu ve parmaklarına sıkıştırdığı kâğıda bakarak sorular sordu. Küçük bir kutuya benzeyen tabut, on beş dakika sonra gassâlın elinde geri geldi. İlk sıra onundu.

Bebek, annesinin göğsüne değil, toprağa verilmek üzere yıkanmıştı. Adam, emanetini ve kâğıdı alıp uzaklaştı. Sıradakiler, erkek yakınları tarafından ayrı odalara taşınıyor; iki gassal, birkaç akraba, gözyaşı ve duâlarla kefenlenerek mutlak yolculuklarına hazırlanıyorlardı.

Sadece dünyayla beslenen öldürdü doktorunu, vâlidesini, karısını... Peygamber’ini tanımayan, incelmeyen kalp, annesinin ayakları altındaki cenneti, eşinin kendine emanet olduğunu bilemedi. Doktorun ömür yazamayacağını da... Besledi, büyüttü düşmanını iştahla… Her istediğini vererek şişirdikçe şişirdi. Sevmedi kimseyi, kendini sevdiği kadar… Âhireti unutmakta buldu çâreyi…

Aynalar daha özenle asıldı yerlerine, “en güzeli” (!) göstermek için...

Yetmedi! Sanal sayfalara döküldü yaşanmayan huzur, olmayan mutluluk, endam arz eden çekimler. Özel fotoğrafçılar tutuldu. Tatmin etmeyen beğeniler, parayla çoğaltıldı. Cepsiz kefen sahibinin milyonlarca takipçiye ihtiyacı vardı.

Hâlbuki ne güzeldi sevgisini hissettirene… Haklıyken seçimi affetmek olana… Mahlûkâta merhametle muâmele edene! Secde ederek yükselene… Ölünceye kadar başıboş bırakılmayacağını ve “Îman ettim!” demekle kurtulamayacağını bilene… Dünyanın aldatmacasına kanmayana, oyun ve eğlence için yaratıldığını düşünmeyene!.. Zâhir ve bâtını birleştirerek eşref-i mahlûkât olabilene…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle