Elhamdulillah

Şükür, kulun Rabbinin kendisine verdiği bütün nimetlere mukabil, bir “kıymet bilme” duygusuyla hareket edip O’na olan muhabbet ve bağlılığını ifade etmesidir.

İnsanın, “insan olarak yaratılması” başlı başına bir şükür vesilesidir. Her varlık, Cenâb-ı Hak tarafından yaratıldığı için “kıymetli” olduğu hâlde, insan, bu yaratılanların en şereflisi ve en üstünü kabul edilir. Zira kendisine Allah tarafından bir “ruh” üflenmiş ve yeryüzünün ihyâ ve îmarında “halife” kılınmıştır. Ona akıl ve irade ile kısmî bir hürriyet verilmiştir.

İnsan, bu nîmetler sebebiyle “başıboş” değildir; dünyaya da sadece oyun ve eğlence için gelmemiştir. O, şerefi kadar vazife ve sorumlulukları olan değerli bir varlıktır. Bu vazife ve sorumlulukların en önemlisi ise, gücü nisbetinde Allâh’ın emir ve yasaklarına teslim olmak, kısaca Allâh’a kulluktur.

Bu kulluk, onun yeryüzünde mutlu olmasının ve yeryüzünün huzur ve barış içinde bulunmasının en önemli şartlarıdır. Allâh’a kulluğun bir mükâfâtı da, ölüm sonrasında kişiye verilecek “ebedî mükâfât yurdu” olan Cennet’tir

İşte insan gerek dünya ve gerekse âhiret hayatında saadete ulaşabileceği gibi, felâket ve hüsrana gidecek tercihlerde de bulunabilir. Bu, onun “imtihan” sahası olan bu dünyadaki söz ve davranışlarına bağlıdır. Bu imtihan penceresinden baktığımız zaman, dünya sahnesine gelen insanın önünde iki yol vardır: Biri Hakk’ın, diğeri ise şeytanın yoludur.

Hakk’ın yolu; zâhirî olarak çileler ve sıkıntılarla dolu bir yol iken, şeytanın yolu insanın nefsânî duygularına hitap eden, görünüşte ve kısa vadeli tatlı ve câzip tekliflerle dolu bir yoldur. İşte imtihan, bu iki yol ayrımında devreye girer.

İnsanın fıtrî duyguları veya Allâh’ın emirleri insanı kendi yoluna davet ederken, nefsin arzuları da şeytanın yoluna çağırır, insanı Hakk’ın yolundan saptırmak için türlü tuzaklar kurar.

Rabbimiz, insanlık için bir rehber mahiyetinde yolladığı Kitabı’nın ilk âyetini “Hamd” ile açmıştır. Kur’ân’a, “Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adını anıp O’na hamd ederek” başlarız. Ve diğer âyetler, bu hamd ve şükür duyguları içerisinde okunur.

İlk âyeti hamd olan Fâtiha sûresi, Rabbimize hamdimizi, şükrümüzü ifadeyi perçinlemek istercesine, günde kırk defa namazların her rekâtında tekrar edilir. Demek ki mü’minin hayatı ve hayata bakışı, bir şükür ve minnet temelinde yükselmelidir. Varlık âleminde olan her şey, ayrı bir şükrü gerektirir.

İnsan, yeryüzüne baktığında, Allâh’ın nimetlerini saymaya kalksa, bunları saymaya bile güç yetiremez. Aynı şekilde öyle nîmetler de vardır ki, ne yapılırsa yapılsın bir türlü karşılığı ödenmez. İşte insan, Allâh’a karşı bu minnet ve şükür duygusunu ne kadar derinden hissederse, O’na olan kulluk ve bağlılığı da o kadar samimi ve ziyadesiyle olur.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu hadîs-i şerîfi, bir kulun Rabbine nasıl şükrân içinde bulunması gerektiğini öğretmektedir:

“Gerçek şu ki, her insanın vücudunda üç yüz altmış eklem (ve kemik) bulunmaktadır. Kim bu eklem sayısı kadar «Allâhü ekber, elhamdülillâh, lâilâhe illallâh» der, Allah’tan bağışlanma diler, insanların yolu üzerinden taş, diken veya kemik gibi şeyleri kaldırır, iyiliği emreder veya kötülükten nehyeder ise, o günü kendisini cehennemden uzaklaştırmış olarak geçirir.” (Müslim, Zekât, 54)

Hadîs-i şerîfte de görüldüğü üzere, Rabbimizin sonsuz merhamet ve mağfiretinin tecellîsi olarak, kulların birbirine yapmış olduğu iyi ve güzel davranışları bile, kendisine yapılması gereken bir şükür ve ibadet olarak saymıştır.

Kul, insanlara, Allah için iyilik yaptığı müddetçe, hem Allah’a olan vazifesini yerine getirmiş olur, hem fıtratındaki güzel hasletler sebebiyle gönül dünyasında huzur bulur ve hem de insanlar arasındaki birlik ve dayanışmanın artması sayesinde, güzel bir toplum oluşmasına da katkıda bulunur. Dolayısıyla Allâh’a olan şükür ve hamd, aslında dönüp dolaşıp yine insanların hayrına yol açar. Küfür ve nankörlük ise tam tersi neticeler doğurur. İnsan, kendi fıtratı ile ters düşer, huzursuz ve asabî olur, çevresine devamlı menfî tesirler verir. Kısacası, yaşadığı hayatı da cehenneme çevirir.

Tam mânâsıyla şükrü anlamak ve derinden hissedebilmek için “tefekkür” çok önemlidir. Varlığı, hâdiseleri tefekkürle inceleyen kimse, Allâh’ın kudret, sanat, ilim ve ikramına rahatlıkla şehadet eder. Derin tefekkür, insanı büyük bir şükre sevk eder. Gerektiği gibi düşünen, gerektiği gibi şükretmeye çalışır. Bundan dolayı tefekkür, mü’minin fikir dünyasının doğru bir istikamette ilerlemesi, bir mânâda kendini tanıması, bilmesi ve dolayısı ile Rabbini bilmesi için ibadet kadar ehemmiyetli bir ameldir. Tezekkür, ibadet ve sağlam bir îman için tefekkür gerekmektedir. Allah, kulunu her daim tefekküre davet etmektedir.

Düşünen ve Rabbinin kudreti karşısında kendi acziyetinin farkında olan kul, her daim bir şükür edâsı içerisindedir. Duyguları hep Rabbinin azametini, O’nun varlık âlemindeki tecellîlerini ve o tecellîler karşısında nasıl bir davranış içinde olması gerektiğini bilir. Bu şuurla hareket eden bir kul, her hal ve şartta şükür duyguları ile Rabbinin sonsuz kudretini fark eder.

İlk olarak şükretmemiz gereken en önemli husus, müslüman bir ülkede, müslüman bir anne-babadan müslüman olarak dünyaya gelmemizdir. Bu büyük nîmete nâil olurken Rabbimiz bizi sınamadı. Kendisini bulmamızı bize zorlaştırmadı. Âdeta daha dünyaya gelmeden bir ikram olarak îman nimetini annemizin kalbine, babamızın gönlüne yerleştirdi ve onlardan bize bu ikramı lütfetti. Dolayısıyla Müslümanlığımız, bizim için en büyük hamd meselesidir.

Diğer şükür hâlinde olmamız gereken husus, Rabbimizin bize lûtfettiği “selîm bir akıl”dır. Ki o akılla, O’nu ve O’nun nimetlerini fark ettik, O’na kulluğumuzun îcaplarını öğrendik, mânevî muvâzenemizi o akıl sayesinde istikamette tuttuk ve hayatımızı O’nun bir nimet olarak verdiği o akılla idame ettirmeye devam ettik/ediyoruz. Akıl nimetinden yoksun yaratılan bir insan da olabilirdik. O zaman ne dünyada yaptıklarımızın âhirete dönük bir yönü olurdu, ne de varlığımızın bir mânâsı olurdu. Dünyada sorumluluk yüklenmeyen herhangi bir varlık gibi ömrümüzü tüketir giderdik. Akıl-İslâm irtibatında, gerçek akıl sahiplerinin îmân nîmeti ile şereflenen kimseler olduğunu da Kur’ân-ı Kerîm’den öğreniyoruz. (Bkz: el-Mülk 10-11; et-Talâk 10; er-Rûm 30; ez-Zümer 18; er-Ra’d 19)

Rabbimizin bize lütfettiği en büyük nimetlerden biri de “sirâcen münîra” olarak ifade ettiği, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’dır. İnsanlık âleminin en şerefli varlığı olan Peygamberimiz, Rabbimize karşı şükür ehli olmamız için önemli bir sebeptir. Çünkü Rabbimiz O’nun övmüş ve O’na “Habibim!” demiş, O’nu “âlemlere rahmet” ve “nûr kaynağı” olarak yaratmıştır. O, Peygamber Efendimize ümmet olma şerefini bize bahşetmiştir.

Peygamber Efendimizle beraber lütfettiği bir diğer şükür vesilesi olan nîmet ise, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Dünyada istikamet üzere olmamız ve nihayet âhireti kazanmamız için bize rehber mahiyetinde gönderdiği bu yüce Kitap, O’na olan muhabbet ve şükrümüz için diğer önemli bir vesiledir. Böylece biz, kendisinin nasıl bir kuldan râzı olacağını rahatlıkla öğrenmiş oluruz.

Mü’min bir kul olarak, sayılan bunca nîmete dilimizle şükrederek “Elhamdülillah!” deriz. Davranış ve hâlimizle şükrederek, o hâlin gereği olan kulluk ve ibadetle vaktimizi değerlendiririz. Îmanın, ilmin ve tefekkürün şükrü olarak, bunları başka insanlarla da paylaşırız. Sahip olduğumuz her bir nimetin, kendi cinsinden bir şükrü olduğunu bilir ve muhtaç kimselere vazifemiz ve borcumuz olan bu şükrü gücümüz yettiği kadar îfa etmeye çalışırız.

Şükrün belki de en güzel şekli, Allâh’ın takdirine rızâ ve kanaattir. Aza sabır göstermek, çoğa kavuşmanın en kestirme yoludur. Çünkü Rabbimiz, şükrettikçe artıracağını bildirmiştir. Elindekiyle yetinmeyi bilmeyen, aza sabır göstermeyen, daha çoğunu isteyen ve şükrünü unutan bir karakterin maddî ve mânevî itmi’nâna ermesi de zor olur.

* * *

Mü’min her türlü nimetin hayırlı olanını, Rabbinden istemelidir. Ve Rabbinin ikram ettiği her nimeti de yine O’nun rızası istikâmetine sarf etme niyetinde olmalıdır. Bunun için alanın da, verenin de, mülkün asıl sahibinin de “O” olduğunu unutmamalıdır.

Derviş Yûnus’un mısralarında ifadesini bulan şu rızâ makamı, aslında her mü’min gönlün muhtaç olduğu iksiri sunmaktadır:

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül yahut diken.

Kahrın da hoş lütfûn da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkisi de cana safa:

Kahrın da hoş, lütfûn da hoş.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle