Bizde Böyle Denir

Öğrenmeler, bilmeler hayatın gereğidir;

Lâkin hepsi, haddini bilmenin çeyreğidir.

 

Bilgi lügatte, insanın aklının erebileceği gerçekler, prensipler, düşünceler; araştırarak ve düşünerek ulaşabileceği neticeler şeklinde tarif ediyor. Zaten insanlar nezdinde de bilmek denen şey, bazı yazılı kaynaklara, inançlara, görgüye ve tecrübeye dayanmaktan öteye gitmiyor. İnsanlar çoğu kavramı kendi fikrine göre tanımlıyor, kendi inandığı ve bildiği şekilde tarif edip kullanıyor. Mâdem öyle, biz de dedik, bizde nasıl denir, onu söyleyelim:

* * *

Hâfızasına kaydettiği sayfalarca kitâbî bilgiye rağmen, bunlardan istifade edememiş, hak ile haksızlığı ayırt edememiş, câhil ve âtıl kalmış olan insana “kitap yüklü merkep” denir.[1]

* * *

Yüceler yücesi Allâh’ın hikmet, emir ve nehiylerini eksiksiz olarak bildiren, su içmemizden misafir ağırlamamıza, giyinmemizden namazı ne zaman kılıp kılmayacağımıza kadar tarif eden, hayatın her bir ânını ve sahasını tanzim eden mükemmel sisteme, “İslâm” denir.

* * *

Âhiretin, inanç ve hakkaniyetle, güzelce ekilip biçilmesi gereken fânî tarlasına, “dünyâ” denir.

* * *

Edep ve sabır isteyen, memâta gebe, sancılı anaya, “hayat” denir.

* * *

İstîdat, fıtrat, usûl, saha, yaş ve milliyet farklılıkları ayrılık sebebi olmaksızın, dünyanın hangi ülkesinde, hangi şartlar altında doğduğu ve yaşadığı da fark etmeden, düstûru Kur’ân ve Sünnet, peygamberi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olanlara “kardeş” denir.

* * *

İpin de işin de bitmek üzere olduğunu seyredip “Yetmezse!” diye korkarken, bir yandan da “Yetse!” diye ümit etmeye; bu arada, ömrün de nihâyeti olduğunu düşünerek “korkuyla tevbe” ve “ümitle tebessüm” arasında durmaya, “denge” denir.

* * *

Sardunyanın “Kış gelmiş ne gam!” dercesine sıkı sıkı toprağına tutunarak çiçekler açtığını görmeyi sağlayan, “Ben de şartlar değişse bile devam edecek, cihâna güzellik katmak ve ardımda hoş sadâlar bırakmak için çalışmaktan vazgeçmeyeceğim!” diye düşündüren kuvvete “şuur” denir.

* * *

Keskin bıçak olmak için, çok çekiç yemek gerekir. O hâlde, hayatı boyunca nice sıkıntı ve zorlukla sınanarak kuvvet bulmuş heybetliye, “kılıç” denir.

* * *

Bir hâdiseyi, iyi niyetli bir seyirci gibi değil de ukalâ bir eleştirmen gibi seyrederek, kendince vardığı hükümler sebebiyle sonuna kadar bekleyecek sabrı gösterememe ve bu sebeple muhteşem son sahneyi kaçırmaya mahkûm olma hâline, “çok bilmişliğine yenik/lik” ve “nasipsiz/lik” denir.

* * *

Kendisine lûtfedilen nice uzva ve kâbiliyete rağmen, her şeyi bilemeyecek kadar âciz olduğunu fark etmeyen, hikmeti kabul etmeyecek kadar kabuğa takılabilen, her işte mantık arayacak kadar mantıksızlaşabilen, Yaratıcı’sını inkâr edecek kadar şaşkınlaşabilen ve sayılamayacak kadar çok saçmalayabilen yaratığa, “gâfil insan” denir.

* * *

Çoğu zaman korna gürültüsüne, para şıkırtısına, nefis lakırdısına karışıp gittiği için unutulan, temel ihtiyaçlar arasında ilk sıralarda yer alan, ihmâli hâlsizlik yapan, özü besleyecek en kıymetli gıdalardan olan ve en vasıflı çeşidine namaz adı verilen nîmete, “zikir” denir.

* * *

Bazılarının gelmesini hiç istemediği, hatırladığında bile korkup bunaldığı; bazılarının ise hasretle beklediği, yâd etmekle bile sevinip ferahladığı sona, “ecel” denir.

* * *

Perşembe’nin gelişi, Çarşamba’dan bellidir. Sen Allâh’ı ve hükümlerini kâle almazsan, Allah sana kendini hatırlatır! İşte, yabanın faydan, yârânın Hay’dan bildiği bu hâdiseye, “deprem” denir.

* * *

Ortada “Yandım yâ Rasûlâllah!” deyip tenhada namaz savsaklayanlardan ve ortada “Vatan, Millet, Sakarya!” deyip tenhada vergi kaçıranlardan müteşekkil, bulmaca eklerinde, arasındaki yedi farkı bulmamızı istedikleri türden, ilk bakışta aynıymış hissi veren resimlere, “karikatür” denir.

* * *

İnsanımızın, canın tatlı olduğunu bildiği kadar canın aslî sâhibi olan Allâh’a itâatin de nasıl tatlı olduğunu bilmeye; binaları güçlendirmekten bahsettiği kadar, îmânı güçlendirmekten de bahsetmeye; olmayı sevip benimsediği kadar ölmeyi de sevip benimsemeye olan ihtiyacına, “temel ve âcil ihtiyaç” denir.

* * *

Silahlar değişir; lâkin herkes her silahı kullanamaz. Maksada zarar vermeden, doğru hedefi on ikiden vurabilmek için sağlıklı, tecrübeli, ince düşünüşlü ve keskin görüşlü insana ihtiyaç vardır. Asrımızda artık birçok şahsın bu vasıflardan mahrum olması hâline, “ciddî problem” denir.

* * *

İnsan sadece kendisine, kendi bünyesindeki nîmetlere; kaşa, göze, ele, ayağa, cana, kana bakarak şükredecek olsa, belki de ölene kadar paraya, pula, ağaca, kuşa sıra gelmez. Ne var ki genelde kendisi dışındakilerle meşgul olduğu ve ulaşamadığı nîmetlerin peşinde koştuğu için, çoğu insan, elindekilerin kadrini bilemeden, doğru düzgün şükredemeden ve kendine gelemeden ölüp gider. İnsanların asıl varlık sebeplerini unuttuğu, kafasını eğlenmeye ve maddiyata taktığı bu devrin adına, “modern taş devri” denir.

* * *

Ayıbı hünermiş gibi açıp saçan, hüneri ayıpmış gibi saklayan, böylece huzursuzluğa ve hakla bâtılın karıştırılmasına hizmet eden duruma, “fitne” denir.

* * *

Sapkınlardan kimi “Velev ki i.neyim!” yazılı pankart taşıyor. Mü’minlerden kimi “Riyâ olur!” vesvesesiyle beş vakit namazı cemaatle kılmayı terk ediyor. Şeytanın, bazısını arsızlıkta boğup rezîl ettiği, bazısını da vesveseye bulayıp hayırdan mahrum bıraktığı bu gibi hâllere “çok vahim” denir.

* * *

İnsanın, neticede öleceğini bile bile, sağa-sola, ona-buna takılarak aslî hedefine odaklanmaktan mahrum kalmasına, nihayeti kabir olan hayat yolunun neresinde ve ne hâlde olduğunu hiç düşünmeden yol almasına, koca bir ömrü, menü, kombin, yat, kat planlamakla geçirip boşa harcamasına “ziyan” denir.

* * *

Mânâ veremediği, sebeplerini bilemediği cinnet, cinâyet ve tâcizler içinde, olup biteni korkuyla seyretmek zorunda kalan; kariyer savaşlarının, benlik kavgalarının, hırsın ve mâneviyatsızlığın ayyuka çıktığı bir zaman diliminde, payına düşen karmaşadan ötürü şaşkın bir hâlde, anlamaya, öğrenmeye ve büyümeye çalışan mâsûma, “çocuk” denir.

* * *

Artık sadede gelir, sâdelikle yaşarsın. Hatta ne olacak ki, yağ yok ise patatesi suda haşlarsın. Dünyanın tadı, tuzda mı ki? Mahrum kalıp acıktıkça anlarsın. Anladıkça açılır da perdeler, kederinden güler, sevincinden ağlarsın. İşte buna, “olgunlaşmak” denir.

* * *

Başını-sonunu kırparak, işine geleni allayıp pullayarak, işine gelmeyeni karalayarak haber diye meydana salan, “Çamur at izi kalsın, lâf olsun torba dolsun!” anlayışıyla konuşup yazan, hâsılı hakikate takoz olan fâsıkların yaptığına “aldatmak” denir.

 * * *

İnsandaki nâmertliğe ve sinsiliğe, “ağır necâset” denir.

* * *

Kulu, Allah yürütür. Rızkı, Allah verir. Müslüman, yaşadığı her imtihanla beraber îmânını, teslîmiyetini, şevkini pekiştirir. Hayrın da şerrin de vazife yaptığı; tanıyamamış olanların tanıması, görmemiş olanların görmeye başlaması ve kemâle erip olgunlaşması gereken öğrenme yerine, “hayat mektebi” denir.

* * *

Öğrenmeler, bilmeler hayatın gereğidir. Lâkin bilenlerin topu gelse, bunlara bizde, “haddini bilmiş tek bir kişinin çeyreği” denir.

* * *

Daha da derdik ya, yerimiz bu kadarına yetmiştir.

 

[1] Bkz: el-Cuma, 5.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle