Biz Aradan Çekilelim, Aşk Konuşsun

“-Sende sûfî meşrebi var.” dedi, tâ yüreğimin içine bakarak.

“-Kalbim çalışkan, nefsim tembel benim!” diyemedim, sustum... Öyle öğrenmiştik kitaplardan, aşk “hâmûş” olmayı gerektirirdi.

O, duymuş olacak ki:

“-Susmayacaksın! Elin, gözün, kalbin, adımların hep O’nu haykıracak. Konuşmanın hakikatini, bu kabiliyetin bize neden verildiğini idrâk edecek, sonra bütün âzâlarınla aynı dili konuşacaksın.”

“-O hangi dil ki?” diye soramadım.

Çünkü, Hızır kıssasından öğrenmiştik, yoldaşlık sabır isterdi.

“-Vuslat olunca mesele, sabırsız bir Mecnûn, Kays, Şirin, Ferhat olacaksın. Aşk dendi mi; ardımda ne bıraktım, önümde ne varmış diye düşünmeden koşacak, vuslatın için ölümle hasretlik olacaksın.”

“-Ne zor işmiş aşk öyle, zor zanaat... Ustalık gerektirir...” diye ümitsizliğe kapıldım birden…

“-Aşk! Önce hamlık gerektirir. Zaten pişmiş olan, yanmayı bilemez. Çıra olmazsan tutuşamazsın!” dedi.

“-İşte bunlar hep dert...” diye dalıvermiş birden gözlerim…

“-Derdini seveceksin!” diye önündeki ceviz masaya vurmasıyla uyanıverdim.

“-Mevlânâ meşrepli üstâdıma ne oldu ki birden?” diye düşündüğüm an, gözleri yine biraz önceki huzur veren sükûnetine kavuşarak:

“-Kimi zaman coşacak yüreğin çağlayan bir ırmak gibi… Kimi zaman ayna olacaksın, durağan bir göl misali... Ama sen hep su olacaksın. Hem su olup hem de ateş içinde yanacaksın. İşte aşk; özetle bu...” dedi.

Sükûtu, sekîneti, muhteşem parıltısıyla farklıydı gece... Onu yazmaya çağırıyordu. Yaz gönlünde küçücükken devleşen bu cümleleri! “Dâvete icâbet şarttır!” diye, bütün yorgunluğuna rağmen, harflerine kavuşmak için can atan parmakları için uykuyu terk edip köşesine kuruluverdi.

Aklında üstâdıyla geçen hasbihâli... Eline, babaannesinden kalan küçük işlemeli aynayı aldı. Nasıl olduysa kitapta en son kaldığı yere ayraç diye koyuvermişti. Bir süre aynaya baktı. Sonra aşk birden konuşmaya başladı:

“-Aşkım ben; ayaklarını fersiz bırakan, yüzünü sapsarı kesen, ama sana kimsenin vaad edemeyeceği makamlara uçmak için kanatlar takan... Aşkım ben; sakın nefs ile süslenip, yine ona hoş gelen nağmelerle çağrılan beşerî hoşlanmalarla karıştırma beni!.. Ben ilâhî bir nefesim, insan bedenine üflenen… Bir kere girdiğinde bedenin her zerresine taht kurup, son nefesine kadar ondan ayrılmayan…

Öyle bir nasibim ki ben; herkes gözyaşı dökerek beni isterken, ben istediğimi kendime vâsıl kılarım... Ağlatan, olgunlaştıran, acı ile insan-ı kâmil sülûkünü tamamlamada en büyük destek olan… Ben olmadan her işin noksan kaldığı, aşkım ben...

Şimdi iste beni! Ateşimde yanmayı, denizimde boğulmayı, bahçemde bir mevsim bahar koklamayı göze alarak iste... Aradaki aracıları, perdeleri kaldır da, ilâhî nefesteki beni gör de iste! O nefhayı genzine ilk çektiğinde bir zehir solumuş gibi bedeninin kıvranmasını seyret, sonra rûhuna nasıl şifâ olduğumu gör.

Şimdi vazgeç! Dünyalık boş sözden yüz çevirip, benim anıldığım yerlere git, benimle olanlara çevir yüzünü. Vazgeç ki; kalbinde kurduğun dünyadan, ben gelip oraya oturayım. Sonra müşâhede et! Görüp görebileceğin en ihtişamlı ateş cümbüşünü… Yandıkça ateşe susayan kalbine, sana su oldukça yakan bir yoldaş çağırayım...”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle