Ashâbın Peygamber Sevgisi

Bütün Hak dostları, Peygamber-i Zîşân -aleyhisselâm-’ın; “Sizden biriniz, beni anasından-babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe kâmil mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Ahkam 19) mübârek sözleri üzerine, Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-’a duyulan sevgi ve muhabbetin derecesini neredeyse îmânın ölçüsü olarak görmüşlerdir.

Cenâb-ı Hak, “Habîbim: Sevgilim” diye vasıflandırdığı Rasûlü’nü çok sevdi ve O’nu bizlere sevdirdi, bizi de O’nunla sevindirdi. O’nun şânını yüceltti.[1] O’nu kendi nefislerimizden öte sevmemizi istedi.[2] Zira O -aleyhissalâtü vesselâm- bütün bir insanlığı zulmetten aydınlık bir geleceğe taşıyan, bizlere saadet ilmini ulaştıran bir rahmet pınarıydı. O, insanlığı, sevgide son basamak olan “Mutlak Sevgili”ye eriştiren, sonsuzluk ufkunun kapısını açan bir nur anahtarıydı.

O Sevgililer Sevgilisi’ne en büyük sevgi ve saygıyı gösteren hiç şüphesiz ashâb-ı kiram efendilerimiz olmuştur. Rabbim, onlardan ebeden, dâimen râzı olsun. Geçmişten geleceğe hiçbir şahıs O’nun kadar sevilmedi ve sevdirilmedi. Bu sevgi, gönülleri îman ateşiyle tutuşturan, beşeriyeti sırât-ı müstakîm ile buluşturan ve ucu sonsuzluğa uzanan uhrevî bir sevgiydi. Peygamber Efendimiz’i sevmek, Kur’ânî bir emirdir.[3]

Biz bu yazımızda Kâinâtın Nûru, Peygamber -aleyhisselâm-’ı, O’nun nûr sahabîlerinin penceresinden seyredelim istiyoruz.

Zira onlar Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın medresesinde tedrisat görmüşler ve fütüvvet rûhunun ilk rehberleri olmuşlardır. Onlar dünyanın dört bir yanına, bir yandan Hak aşkını, bir yandan Rasûl muhabbetini götürmek adına kendi vatanlarını terk ederek gurbet ellerine hicret ettiler, İslâm’ın güzelliklerini insanlara ulaştırdılar. Onlara minnettârız.

Hak Elçisi’nin her hâline, her davranışına şâhid olan, O’nun her sözünü en ince teferruatına kadar takip ve tahkik ederek onları hayatlarına tatbik eden sahâbe-i kirâm efendilerimizden daha güzel O’nu kim anlatabilir? Onlar Allah Rasûlü gibi yaşamayı en kudsî gaye bilmiş ve hayatlarının her karesini, O’na göre tanzim etmişlerdi. Eğer biz bugün Efendimizin her husustaki davranışlarını öğrenebilmiş isek, bu bilgilere o güzîde ashab sayesinde vâkıf olmuşuzdur.

Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dünya gözüyle gören, îman ile şereflenen, Hak yolunda mücâdele etmeyi şeref bilen, dünya yerine âhireti tercih eden, İslâm dâvâsı için her çeşit meşakkate katlanan, son nefesini müslüman olarak vermek için “ümmetin en hayırlısı olma”[4] bahtiyarlığına erişen pek değerli, pek muhterem seçilmiş şahsiyetlerdi. Onlar Allah Rasûlü’ne büyük bir aşk ve vecd ile bağlanmış, O’nun tebliğine yürekten inanmış, İslâm’ın emirlerini, ibâdet şekillerini, sosyal hayat ölçülerini, ahlâkî faziletlerini Rasullerinden bizzat görüp öğrenmiş ve büyük zevkle, ince bir îtinayla hayatları pahasına tatbik etmiş yiğit mücâhidlerdi.

Sahâbîler, aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in övgü ve sevgisine mazhar olmuş güzîde bir topluluktu. “Gökteki yıldızlar gibiydi…” onlar, “Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz!” müjdesinin[5] muhataplarıydılar. Onlar Allah Rasûlü’ne nasıl sevgi gösterilir; bunu mallarıyla, canlarıyla ispatlayan eşsiz îman âbideleriydi. Onlar İslâm’ın tatbik edilmesinde ve yayılmasındaki kahramanlıklarında sınır tanımadılar, onlar ulaşılmaza ulaştılar. Onlar:

“-Fedâke ebî ve ümmî, yâ Rasûlâllah’!” (Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah) dediler. Dediklerini de hayatlarının her lahzasında gösterdiler. 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nasıl “Kur’ân ahlâkı”yla ahlâklanmışsa, onlar da, “Peygamber ahlâkı” ile ahlâklanmışlardı. Şu âyet tam da bu hakikati söylüyor:

“…O’na îman eden, O’nu destekleyen, O’na yardımcı olan ve O’nunla beraber indirilen nûra tâbî olanlar var ya, işte felâha erenler onlardır.” (el-A’râf, 157)

Başka bir âyette de:

“…Ve işte böylece Biz, sizi örnek bir ümmet kıldık ki, insanlar nezdinde Hakk’ın şâhitleri olasınız ve Peygamber de sizin hakkınızda şâhit olsun.” (el-Bakara, 143)

Onların ruhları peygamber nûruyla aydınlanmış, “Allâh’ın boyasıyla boyanmış”[6] ahlâkta “kemâl” seviyesine erişmiştir. Onlar, ardından gelen İslâm nesline her hususta seçkin rehber olacak mü’minlerdi. Onlarla şiddet merhamete, zillet izzete, haksızlıklar adâlete, cehâletler güzelliğe dönüşmüştü. Ve yine onlarla ayrılıklar vahdete, kötülükler fazilete, bedevîlik medeniyete inkılap etmişti.

Onlar kudsî ölçülerde gelişmişliğin ve yüceliğin destânını yazdılar. Hâlbuki o devirde Rasûlullâh’ı sevmek çileye, eziyete ve zulme tâlip olmak demekti. Yine Nebiyy-i Zîşân Efendimiz’i sevmek; yokluğa, kıtlığa râzı olmak, her an işkencelere göğüs germek demekti. Onlar İslâm dâvâsı yolunda hiçbir şeyden çekinmediler, kâfirlere karşı dimdik durdular.

O güzîde sahâbîler için peygamber sevgisi, dünya ve onun nimetlerinden daha kıymetli, daha şerefli ve vazgeçilmez idi. Onlar Kâinâtın Eşsiz Nebîsi’ni, emsâli bulunmayan bir muhabbet destanı yazarak sevdiler ve bu aşkın sevgileriyle de îmânın zirvesine eriştiler. Ne mutlu onlara!

Onların sevgisine dâir coşkun misallar çoktur. Hangisini yazsak sayfalar kifâyet etmez. En evvel malını, mülkünü, sevgisini, her şeyini yoluna harcadığı, çocuklarının annesi Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ-…

En yakın dostu, tıpkı Hazret-i Hatice gibi Rasûlullah için varını-yoğunu seferber ettiği sâdık arkadaşı Hazret-i Ebû Bekir… Cesâret ve adâleti ile tanınan Hazret-i Ömer… Hayânın timsâli, cömertliğiyle meşhur Hazret-i Osman… İlmin kapısı Hazret-i Ali… Hepsi, O’nu candan öte sevdiler, O’nun dâvâsı adına her şeylerinden geçtiler.

Allah Rasûlü’nün amcaları Hazret-i Hamza, Hazret-i Abbas nasıl korudular yeğenlerini; her sıkıntıda O’na kol kanat gerdiler, uğruna başını verdi Uhud şehidi Hazret-i Hamza...

Kızları, bilhassa elinde kalan son kızı Fâtıma’sı; hanımları, Hazret-i Âişe Vâlidemiz ve diğer eşlerinin her biri, yakınları O’nun için ne ezâ ve cefâlara dûçâr oldular, pek çok sıkıntıya katlandılar da hallerinden hiç şikâyet etmediler. Etrafındaki hemen herkes, O’nun uğruna malını, canını az çok fedâ etti ve hiçbiri bunda en ufak bir isteksizlik ve acziyet göstermedi.

Tam 10 sene, O Sevgililer Sevgilisi’ne hizmet etmiş olan Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in âhirete irtihalinde 20 yaşında idi. Ve O’ndan sonra 83 yıl daha yaşamıştı. Ömrünün son günlerinde:

“-Rasûlullah’tan ayrılalı tam seksen üç yıl oldu. Allâh’a yemin ederim ki, bu sürede O’nu rüyamda görmediğim bir tek gece olmadı.” diyordu.[7]  Bu ne muhteşem bir sevgidir!

Diğer misallere geçelim isteriz:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bedir Savaşı hususunda ashâbıyla yaptığı istişârede, Ensar’dan Mikdad bin Esved -radıyallâhu anh-:

“-Yâ Rasûlâllah! Rabbim Sana neyi emrettiyse onu yap!.. Vallâhi, biz İsrâiloğulları’nın Hazret-i Mûsâ’ya dediği gibi; «Git, Rabb’inle beraber düşmanlara karşı çık!.. Biz buradan kımıldamayız!» tarzında bir söz söyleyecek değiliz… Biz Sana tâbîyiz.”[8] diyerek Allah Rasûlü’ne olan bağlılıklarının derecesini veciz sözlerle beyan etmiştir.

O esnada söz alan Sa’d bin Muaz da Medîneliler adına şunları söylüyordu:

 “-Yâ Rasûlâllah! Biz Sana îman ettik ve Seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta Seni dinlemek ve itaat etmek üzere Sana kesin sözler de verdik… Yâ Rasûlâllah! Nasıl bilirsen öyle yap… Biz Seninle beraberiz. Seni hak din ile gönderen Allâh’a yemin olsun ki, Sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de Seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz… Allâh’ın bereketiyle yürüt bizi!..”[9] Bu ne sadâkatle bağlanıştı!

Diğer bir vak’a; îman ettikten sonra Mekkeli müşriklerin işkencelerine muhatap olan Abdullah bin Huzâfe -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- zamanında Bizanslılarla yapılan muharebede başka müslümanlarla birlikte Rumlara esir düşmüştü.

Bizanslılar ellerine geçirdikleri esirlere önce Hıristiyanlığı telkin ediyor; kabul edenleri serbest bırakıyor, etmeyenleri işkence ile şehid ediyorlardı. Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın sahâbenin ileri gelenlerinden olduğunu öğrenen Kral, ona çok önem veriyordu. Ona büyük teklifler yaparak:

“-Muhammed’in dînini terk edip, Hıristiyanlığı seçtiğin takdirde, kızımı sana verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak ederim.” dedi.

Bunun karşısında o izzet ve şeref sahibi sahâbî:

“-Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını versen, Hazret-i Muhammed’in dînini aslâ terk etmem.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Rumlar, Huzâfe -radıyallâhu anh- için kaynar su dolu bir kazan hazırlattılar, onu içine atarak yakmak istediler. Bu arada hüzünlenerek ağlayan Huzâfe’nin pişman olduğunu sanan Rumlar, tekliflerini yenilediler. O da:

“-Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Bir canım var. Beni birazdan bu kazanın içine atacaksınız ve ben ölüp gideceğim… Ben isterim ki; saçımdaki kıllar sayısınca canım olsa da, onlardan hepsini Allah ve Rasûlullah için fedâ etsem. Bunu yapamayıp Hazret-i Muhammed’in yoluna tek bir can feda etmek, beni ağlamaya sevk etti.” dedi.[10]

Kral, bu cevap karşısında şaşırıp kaldı. Bu sahâbîyi takdir ve taltif etti. Sonunda onunla birlikte seksen sahâbeyi serbest bıraktı. Bunlar şanlı İslâm Târihi’nin şeref misalleridir.

Buram buram cennet kokuları duyulan Uhud’da da Rasûl sevgisine dâir ne eşsiz misaller vardır! Yazmakla bitmez… Peygamberi ölesiye seven bir Mus’ab -radıyallâhu anh- vardır. Mekke’nin en yakışıklısı, en varlıklısı… Genceciktir daha, kollarının ikisini birden yitirene kadar savaşarak rûhunu Hakk’a teslim eden… Bir Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh- vardır, başının uzuvları müşrikler tarafından kesilerek şehid edilen… Bir Talha bin Ubeydullah vardır, Allah Rasûlü’ne ok isâbet etmesin diye elini oka karşı tutan, eli parçalanan ve dahî mübârek vücûdunda yaralanmayan yeri kalmayana kadar savaşan bir Cennet efendisi…

Bir Vehb bin Kabûs -radıyallâhu anh- vardır, Müzeyne Dağları’ndan sırf Rasûlullâh’ı görmeye gelen, ama O’nun Uhud Savaşı’na gittiğini haber alınca derhal Uhud’a koşarak, savaşa dâhil olup Rasûlullâh’ın:

“-Kim bunlara karşı koyar?” sözü üzerine her seferinde:

“-Ben yâ Rasûlâllah!” diyerek atılan vücûdu delik deşik olana kadar Allah Rasûlü’nün önünde savaşan, sonunda peygamberlikten sonra en büyük rütbe olan şehidlikle ödüllenen…[11]

Sehl bin Huneyf -radıyallâhu anh- vardır, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ok yağmuruna tutulduğunda O’nun elini rahatlatmak maksadıyla kendini siper ederek şehâdete yürüyen…[12]

Yine Ziyad bin Seken -radıyallâhu anh- vardır, Uhud’da aldığı sayısız ok ve kılıç yaralarıyla Allah Rasûlü’nün mübârek kucağında O’nun gül cemâline baka baka şehidlik mertebesine erişen…[13] Şemmas bin Osman el-Mahzum -radıyallâhu anh-, Katâde bin Nûman -radıyallâhu anh- vardır, ölümü öldürenler kervanında… Hazret-i Hanzala -radıyallâhu anh- vardır, daha evlendiği sabah Uhud’a katılan; “Gökle yer arasında gümüş bir tepsi içinde melekler tarafından yağmur suyu ile yıkanan…”[14] Ebû Dücâne vardır; korkusuz cengâver müşriklerde kırmadık kol, kesmedik baş bırakmayan, âdeta Allah Rasûlü’ne zırh olan, sonunda şehâdet şerefine erişen...[15]

Hâsılı ashâb-ı kirâmdaki Peygamber sevgisi yazmakla bitmez. Onlar Rasûl-i Ekrem Efendimizi kâbına sığmayan bir muhabbetle sevdiler, uğruna canlarından geçtiler, bize en kâmil numûneler oldular. Şu mübârek Mevlid-i Nebevî ayında, bizler de O’na olan engin muhabbetlerimizi ileterek başta Rasûlullah Efendimiz olmak üzere Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı güzînin her birine,  bir Fâtiha-i şerîfe, üç İhlâs-ı şerîf sunalım. Rabbimiz şefaatlerine nâil eylesin.      

 

[1] Bkz. el-İnşirah, 4.

[2] Bkz. el-Ahzâb, 6.

[3] Bkz. Âl-i İmran, 31.

[4] Bkz. Âl-i İmrân, 110.

[5] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, Konya, 1981, c. I, sh. 23.

[6] Bkz. el-Bakara, 138.

[7] Said Alpsoy, Hazret-i Muhammed (S.A.V) En Sevgili, İstanbul, 2007, sh. 104.

[8] Salih Suruç, Kâinâtın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, İstanbul, 1998, I, 377.

[9] Salih Suruç, a.g.e., I, 378.

[10] Bkz: M. Yusuf Kandehlevî, a.g.e, I, 378-388.

[11] İbn-i Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübra, IV, 214.

[12] İbn-i Sa’d, a.g.e., IV, s. 214.

[13] Hakîm, Müstedrek, III, 409.

[14] M.Sâmi Ramazanoğlu, Uhud Gazvesi, İstanbul, 1981, sh. 19.

[15] Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 128.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle