Adalar Ülkesinden İslam Adası’na Geçiş

Nikita, -müslüman olduktan sonraki ismiyle Nûriye- Filipinler’den kursumuz Fasl-ı Bahar’a geldiğinde henüz on beş yaşındaydı. Filipinler’deki çoğu kişi gibi küçük yapılı, neşeli ve kıpır kıpırdı. Parıl parıl parlayan çehresindeki tefekkürün ışıltılarını taşıyan bakışlarıyla karşısındaki kişinin tebliğ heyecanını artıran, firâsetli ve kâbiliyetli bir kardeşimiz…

On iki yaşında İslâm ile şereflendiğini, on beş yaşında İslâm’ı daha çok tanımak ve tanıtmak maksadıyla kendi ülkesinden kilometrelerce uzaklıkta olan bir ülkeye gelecek kadar cesaretli olduğunu öğrendiğimizde, ona olan saygımız ve sevgimiz arttı. Her Filipinli gibi iyimser, duygulu, ketum ve dirâyetli olan Nikita, bizim hiçbir ricâmızı geri çevirmedi. Bıkmadan, usanmadan geldiği ortamı ve kendi hidâyet hikâyesini anlattı. Tamamı hıristiyan olan bir köy ve hıristiyan bir âile… Teyzesi ve ağabeyi hâricinde yoldaşı yok. Ve elbette ki Âlemlerin Rabbi her zaman yanında...

O şimdi Filipinler’de... Sahip olduğu büyük istîdatla, taşıdığı nûru etrafına yaymaya çalışıyor, minik gönüllerin ellerinden tutuyor, halkının gözyaşlarını siliyor.

Onun hidâyete nâil oluşunun hikâyesi, sadece zihinlerde kalmasın, sayfalara aksetsin, bize ve bu hikâyeyi okuyacaklara bir öğüt olsun istedik. İşte bu vesîleyle yazmasını istediğim hidâyet hikâyesini, kendi anlattığı şekliyle aynen aktarmayı bir borç bilirim:

“Belki de benim hikâyem, diğer mühtedîlerin hikâyesi gibi sizi derin duygular içinde bırakıp gözyaşlarına boğacak bir türden değildir. Bu hikâye, hâli hazırda on yedi yaşında olan, on iki yaşında İslâm’la şereflenen, Filipinler’in kuzeyinde Ifugao adlı köyde yaşayan bir kızın hikâyesidir.

Ifugao… Kamp yapmak ve tırmanmak gibi pek çok maceraya elverişli, el değmemiş bir tabiata sahip, pek çok hayvanın ve muhteşem güzellikte olan bitkilerin bulunduğu, yemyeşil, dağlar üzerine kurulmuş bir köydür. Bereketli sebze bahçeleri, pirinç tarlaları ve nice tabiî güzelliklerle doludur. Bu köy, buraya kadar anlattıklarımı okuyan herhangi bir kişi için son derece mükemmel bir yer olabilir.

Fakat madalyonun diğer yüzü çok başkadır. Maalesef bu köyün halkı eski zamanlardan beri çok tanrılı bir dîne mensuptur. İspanyol sömürgesi olması sebebiyle de hıristiyanlığın tesiri altındadır. Bu iki din birbirine karışmış bir hâldedir. Meselâ; her sene, hıristiyanlık inancına sahip gibi görünen köyümde tanrı “Kabunyan”a hayvanlar kurban edilen bir festival yapılır. Bu vesileyle Tanrı’nın onlara bolluk ve bereket vereceğine inanılır. İnsanlar sâde bir hayat yaşarlar. Kimi toprağıyla uğraşır, kimi işine gider, kimi hastanede çalışır, büyük bir kısmı ise okula gider. Halkımla ilgili beni çok üzen bir mesele var. Türk insanı için çay ne kadar önemli ise, her zaman ve mekânda içilecek kadar yaygınsa, alkol de benim insanım için öyledir. Alkolün onların hayatındaki yeri çok büyük…

Genel itibariyle basit bir hayat süren köyümün insanları; modern zamanlarda çocuklarını daha iyi eğitim görsünler diye büyük şehirlere göndermeye başladılar. Ben, ağabeyim ve kız kardeşim gibi... Kız kardeşim başkentteki bir Katolik okulundan burs kazandı, ben ve ağabeyim ise Müslüman teyzemin teklifini kabul ederek Filipinler’in güneyine gittik.

Benim müslüman bir teyzem var ve bizden başka âiledeki tek müslüman da o... Teyzem, İslâm ile şereflenmeden evvel, bize yarım günlük mesâfedeki bir köyde yaşıyordu. Üniversite yıllarında hidâyet nasip olduktan sonra İslâm’ı daha iyi öğrenmek için Türkiye’ye gitti. Türkiye’de aldığı bir yıllık eğitimden sonra Müslümanlar’ın en yoğun olduğu bölgeye, Filipinler’in güneyine gitti. Burada Dâru’l-Erkam misâli küçük bir hizmet evi açtı.

O zamanları hâlâ çok iyi hatırlarım. Yaklaşık on yaşlarındaydım. Yaz tatillerinde evimize gelir, bizimle kalırdı. O zamanlar çok ilginç bir şekilde onun gibi örtünmek için can atıyordum. Teyzem de gönlümüzü hoş etmek için, bize küçük eşarplar verirdi. Eşarpları çok severek örterdim. Okula bile örtünerek gittiğim zamanlar olurdu. Tabiî o zamanlar ben dînî uygulamaların okulda hoş karşılanmadığının farkında olamayacak bir yaştaydım. Anneme bu durumumun sorulduğunu hatırlıyorum. Annem ise eşarp takma sebebimizi “Başları üşüyor.” diye açıklıyordu.

Bir keresinde kız kardeşimle dondurma alıyorduk. Dükkân sahibi yanındaki kişiye “Gözünü onların üstünden ayırma!” demişti. Bizim hırsızlık yapmamızdan korkuyor, tehlikeli insanlar olduğumuzu düşünüyor sanmıştım. Elbette ki başörtüm sebebiyle beni terörist zannedeceğini bilemezdim. Başörtü bana dolabımdaki herhangi bir eşya kadar sıradan gelirdi. Lâkin bu hâdiseden sonra başörtü takmamaya başladım.

Ben on bir, ağabeyim on altı yaşındaydı. Ağabeyim o yaz, teyzemin yanına gitti. Onun da müslüman olduğu hakkında konuşuluyordu. Bu, benim için sıkıntı değildi. Çünkü teyzemin bana yaptığı iyilikler sebebiyle müslümanların iyi insanlar olduğunu biliyordum. Ben de teyzemin yanına gitmek istiyordum, fakat annem çok küçük olduğumu söylüyordu. Kız kardeşim henüz katolik okuluna başlamamıştı. O yaz kendi kendimize İhlâs Sûresi’ni ezberlemiştik.

O sene okulda daha aktif bir talebe oldum ve bize sunulan fırsatlara dört elle sarıldım. İzci takımının kaptanı oldum. Beysbol beyin takımında olmak gibi çeşitli aktivitelere katıldım. Bu vesîlelerle âileme hür olacak yaşa geldiğimi ve uçmaya hazır olduğumu ispatlamaya çalıştım. Yuvadan uçmayı, hürriyete kanat çırpmayı çok istiyordum. Aslında evimde olmak eğlenceliydi; arka bahçemizdeki hayvanları beslemek, böğürtlen toplarken istediğim kadar üstümü kirletmek, istediğim her şeyi yapabilmek çok güzeldi, beni çok mutlu ediyordu. Hakîkatte ise bunların hiçbiri beni tatmin etmiyordu. Uçmak istiyordum.

Nihâyetinde teyzem, onunla yaşamak istediğimi öğrendi. Ortaokula yanında devam etmemi teklif etti. O zaman on iki yaşındaydım. Hiç düşünmeden bu teklifi kabul ettim. Çünkü biliyordum ki; bu, benim beklediğim şanstı. Âilemin tam güveni ve desteğini alarak teyzemle güneye gittim. Uzun bir yolculuktan sonra beklediğimden, hayal ettiğimden çok daha farklı bir eve gittik. Bu ev; kitaplarla dolu, içinde her kabîleden, kültürden, dilden ve yaştan hanımın bulunduğu basit bir yerdi. Onları birleştiren tek şey, İslâm’dı.

Teyzemin yaşadığı bu evin “dershane” adı verilen küçük bir ilim yuvası olduğunu sonradan öğrenecektim. O yaşlarda dînî meselelerin ciddiyetini anlayamıyordum. İlk zamanlarda evdeki tek hıristiyan olmak bana zor gelmişti, bu duruma sonra alıştım. Orada kaldığım süre içinde gördüğüm tek şey, onların yaptığı iyiliklerdi. Devamlı gruplar hâlinde bir şeyler yapıyorlar ve hiç boş durmuyorlardı. Mutlaka her gün dersleri ve pek çok çalışmaları vardı. Bu çalışmaların çoğuna katılıyordum.

O günlerde bana, yavaş yavaş yeni hayat tarzını, yani İslâm’ı tanıttılar. Allah’tan ve Rasûlü’nden bahsediyorlardı. Derslerin konusu genellikle müteâl (hayal ve idrâk ötesi, tek) Allah inancı ile alâkalıydı. Bu mevzûlar, benim zihnimi açtı ve bana mikrodan makroya kadar her şeyle ilgili bir uyanış sağladı. Tefekkür dolu düşünceler içimi sardı. İki ay sonra bana, bir insana verilebilecek en kıymetli hediye verildi: Hidâyet.

Elhamdülillah ki; Allah bana, açık görüşlü ve her hususta destek veren bir aile ihsân etmiş. Beni ve ağabeyimi din değiştirdiğimiz için sorgulamadılar. Elbette ki etrafımdaki insanlar ailemden ibâret değildi. Köydeki tek müslüman kız olmak kolay değildi. Artık kabilemin gözünde farklı birisiydim.

Bir başka sıkıntı ise, katolik okulundaki ablamın iki yıl boyunca benimle konuşmamasıydı. Çünkü ona, ağabeyim ve teyzem gibi müslüman olmayacağıma dair söz vermiştim. Ayrıca onun inancına göre din değiştirmek, sonu cehennemde biten büyük bir günahtı. Bu tavrının, merhametinden ve dînine olan sımsıkı bağlılığından kaynaklandığını biliyordum. Fakat iki yıl sonra tekrar birleştik, yaz tatilini beraber geçirdik. İslâm’ı bizden öğrendikten sonra, iki kardeşinin İslâm’ı seçişini kabullendi.

“Dershane” adını verdiğimiz eğitim yuvasında üç sene kaldım. Burada geçirdiğim zaman sâyesinde îmânımı kuvvetlendirdim. Okulumun ve toplumun bana olan tavrına karşı dirâyet kazandım. Allâh’ın merhametinin bir neticesi olarak da Türkiye’ye geldim. Burada mes’ûliyetimin, yani tebliğin ağırlığını fark ettim. Âileme ve köyümün insanlarına “emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker” vazifemin ne kadar önemli olduğunu idrâk ettim. Beni bekleyen bu mes’ûliyeti düşündükçe bazen endişeleniyorum, yüreğimi bir hüzün sarıyor; fakat sonra her zaman Allâh’ın bir plânı olduğunu ve O’nun yolunda ihlâsla çalışan kuluna yardım edeceğini hatırladıkça rahatlıyorum.

Elbette ki, bu süreçte Türkiye’deki hocalarımın, kardeşlerimin duâları en büyük desteğimiz olacak. Duâlarınızda olmak ümîdiyle…”

* * *

Hikâyesini aynen aktardığım Nikita, bu sene ülkesine geri döndü. Şu an Filipinler’in minik yürekleriyle gece gündüz ilgileniyor, Kur’ân-ı Kerîm sesleriyle dolup taşan evde nice hidâyetlere şâhitlik ediyor.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle